En Son İzlediğiniz Film? 🎞

  • Konuyu başlatan Konuyu başlatan şirin
  • Başlangıç tarihi Başlangıç tarihi

Ve gelelim serinin 2.filmine.Bu filmde karakterler ve bütçe daha fazla olarak dönmüşler ama ilk filmdeki felsefeden biraz uzaklaşılmış.Daha çok aksiyona yoğunlaşmışlar.İlk filmin gölgesinde de kaldıysa yine çok iyi bir film.Mutlaka izlenmeli.

Neo ile Ajan Smith'in ordusunun kavgası resmen efsane ötesiydi.O sahne bile ne kadar özenilmiş bir film olduğunun kanıtı.O sahne günümüzde çekilemez mesela.

Keanu Reeves Carrie Anne Moss uyumu çok iyiydi.Neo Trinity aşkı çok iyi işlenmiş.Neonun Mimarla yaptığı konuşma da filme artı puan kazandıran bir başka olay.Morpheaus keşke biraz daha aktif olsaydı daha iyi olurdu.

10/10
 

Ve gelelim serinin 2.filmine.Bu filmde karakterler ve bütçe daha fazla olarak dönmüşler ama ilk filmdeki felsefeden biraz uzaklaşılmış.Daha çok aksiyona yoğunlaşmışlar.İlk filmin gölgesinde de kaldıysa yine çok iyi bir film.Mutlaka izlenmeli.

Neo ile Ajan Smith'in ordusunun kavgası resmen efsane ötesiydi.O sahne bile ne kadar özenilmiş bir film olduğunun kanıtı.O sahne günümüzde çekilemez mesela.

Keanu Reeves Carrie Anne Moss uyumu çok iyiydi.Neo Trinity aşkı çok iyi işlenmiş.Neonun Mimarla yaptığı konuşma da filme artı puan kazandıran bir başka olay.Morpheaus keşke biraz daha aktif olsaydı daha iyi olurdu.

10/10


verdiğin bu bol puana en çok @Tolstoyevski sevinecektir :)
 
filmin ilk başına bir 15 dakika bakıp terketmiştim zamanında? ama @Tolstoyevski nin övgülerini görünce bir daha deneyeceğim bu sefer izlemeyi başarırım umarım :)

Monica hatrına üçlemeyi bitirirsin bir çırpıda zaten, ilk filmde Monica yok ama diğerlerinde var. :)

Neo'nun en çok zorlandığı sahne, spoiler değil bakabilirsin. :)
images (21).jpg
 

Ve Matrix serisi burda biter.İlk iki filmin gerisinde olsa da yine çok güzel bir film ortaya çıkmış.Olabilecek en iyi sonla filmi bitirmişler.

Trinity öldü.Neo Smith'in yenerek insanlarla makineler arasındaki savaşı durdurdu.Tabi savaşı durdurmak için kendini feda etti

Yalnız söylemeden geçemeyecek Neo ve Smith kavgası çok iyiydi.Şimşekler ve yağmur altında muhteşem bir kavga sahnesi resmen gerçekmiş gibi hissettirdiler bize.Müzikte çok iyiydi tabi.

Filmin tek eksik noktası Makineler ve İnsanların savaşı çok abartıldı bu sahneler sıkıcıydı açıkçası.Morpheaus keşke daha fazla aktif olsaydı.

Matrix serisi benim için çok özel bir seridir.Böyle bir seri ne yazık ki gelmez bir daha.Her insan izlemeli bu seriyi.

10/10
 
900.jpg

Moonrise Kingdom (2012)

2 gün önce izlediğim The Grand Budapest Hotel'i çok beğenmeme nedeniyle Wes Anderson'ın son dönem projelerinden birini daha programıma almaya karar verdim. Kesinlikle başarılı bir yapım, ama yönetmenin en iyisi değil.

İki aşığın kaçması ve yetişkinlerin de onu bulmaya çalışması gibi klişe bir konuya sahip olmasına rağmen senaryoyu çok iyi buldum. Absürdlük, aşk ve komedi sabit tutulmaya çalışılmış, ama belki biraz daha komedi olabilirdi. TGBT'nin bazı sahnelerinde sesli güldüğümü göz önüne alırsak MK o konuda birkaç adım daha geride bence.

Senaryonun tek sorunu;
İki çocuğun kısa sürede cinsel yakınlaşmaya girmesi. Gerçi +18'lik bir şey yok, ama o kısımlar maalesef pek inandırıcı gelmedi. Dudaktan öpüşmeleri bir nebze kabul edilebilir, ama bu hikayede 12-13 yaşındaki çocukların 25-30 yaşındaymış gibi gösterilmesine ihtiyaç var mıydı, pek emin değilim.
Oyunculuklara gelirsek, sanırım sevenleri Bruce Willis'i onlarca çöp aksiyondan sonra doğru düzgün bir rolde göreceğine sevinecektir. Kaldı ki performansı da beklediğimden kat kat iyiydi. Keza Edward Norton, Bill Murray, Frances McDormand ve Tilda Swinton da harikalardı. Tabii asıl alkışı Jared Gilman ve Kara Hawyard'a göndermek gerek. Karakterleri kolay sevilecek insanlar olmamasına rağmen bizleri bu aşka inandırmayı başarabildikleri için takdiri hak ediyorlar. :)

Sonuç olarak, Wes Anderson'ın önceki işlerini izlemediğim için net bir şey söyleyemesem de Grand Budapest'e göre daha geride kaldığını söyleyebilirim. Yorumda bu kadar yermem sizi yanıltmasın, elbette beğendim. Ama bir şeyler eksik gibiydi sanki. Yine de beyazperdenin en ilginç aşk hikayelerinden birine pastel görüntüler ve masalsı bir anlatım ile tanık olmak isteyenler için Moonrise Kingdom sizi bekliyor. :X

8/10

KÜNYE
Yönetmen: Wes Anderson
Senaryo: Wes Anderson & Roman Coppola
Oyuncular: Bruce Willis, Edward Norton, Bill Murray, Frances McDormand, Tilda Swinton, Jared Gilman, Kara Hawyard, Jason Schwartzman, Bob Balaban

Oscar Karnesi (1 adaylık): En İyi Özgün Senaryo
 
c161e366e5aac8759702c466e2ee5ebf

Little Miss Sunshine / Küçük Gün Işığım (2006)

Çok ama çok beğendim. Konuya böyle direkt giriş yapmam ilginç gelebilir, ama etkisinden çıkamadım. Aslında ortada çok farklı bir konu olduğu söylenemez, ama senaryo o kadar tatlı ve içten ki; beğenmemek imkansız oluyor.

Filmdeki tüm karakterler de ayrı incelikle yaratılmış: Kazanmaya ve kendisinin oluşturduğu "dokuz adım" sistemine kafayı takmış bir baba, aile üyelerini bir arada tutmaya çalışan anne, depresyona giren dayı, sessizlik yemini eden ergen, edepsiz bir büyükbaba ve tek amacı güzellik yarışmasına katılabilmek olan Olive. Dışarıdan ilginç görünseler de aslında herkesin sahip olmak isteyecekleri bir aileyi beyazperdeye taşıdıkları için senarist ve yönetmenlere çok teşekkür ederim.

Filmin bir diğer güzel yanıysa, starlar olmadan da başarılı bir yapımın ortaya çıkabileceğini göstermesi. En beğendiğim isimler Toni Collette, Steve Carell ve Abigail Breslin oldu. Paul Dano, Greg Kinnear ve Alan Arkin'i de iyi buldum, ama Arkin'in Oscar kazanmasının nedenini gerçekten merak ettim. Az önce söylediğim gibi onun performansı da iyiydi, ama ödül kazanacak bir numarası yoktu bence.

En çok beğendiğim sahne Olive'in güzellik yarışmasındaki saçma hareketlerine tüm ailenin eşlik etmesiydi, tabii otele yetişmeye çalışırken yaşadıkları da sesli güldürdü. Bu kadar erken öleceğini düşünmediğim büyükbabanın cesedini kaçırdıkları bölüm ve Olive'in renk körü olduğu için hayalini gerçekleştiremeyecek olan abisine sarılışı da favori sahnelerim arasındaydı. Bunun gibi birçok yer sayabilirim, ama fazla uzatmak istemiyorum. :X
Sonuç olarak çok tatlı, çok samimi bir yapım; herkes izlemeli. Film başladığında 8,5 vermeyi düşündüm, sonraki sahnelerle birlikte 9'a yükseldi. Bir arada 9,5 vermeyi düşündüm, ama 9 da gayet iyi zaten. İnsanı durduk yere mutlu edebilen, eşsiz bir "kendini iyi hisset" örneği. :X

9/10

KÜNYE
Yönetmenler: Jonathan Dayton & Valerie Faris
Senaryo: Michael Arndt
Oyuncular: Greg Kinnear, Toni Collette, Steve Carell, Paul Dano, Abigail Breslin, Alan Arkin

Oscar Karnesi (2 ödül)
En İyi Film
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu (Alan Arkin)
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu (Abigail Breslin)
En İyi Özgün Senaryo
 
Son düzenleme:

Wriscutters'in tadımlık etkisinde sonra onun düzeyinde bir film arıyordum, en çok bu film tavsiye edildiği için izleyelim dedik. Fakat hayal kırıklığı oldu. Film yine çok doğal, oyunculuk ve senaryoda yine sıkıntı yok fakat türü bana göre değilmiş. Buram buram romantizm vardı, ayrılık acısı psikolojisi vardı, ki hiç ilgi alanım değil. Buna rağmen hiç sıkmadan izlettirdi gerçi, hele finali oldukça iyiydi. Fakat filmde çok fazla çıplaklık vardı, öyle Amerikan cinselliği yoktu ama buram buram sanatsal erotizm göze çarptı. Oysa ben Wriscutters gibi değişik bir kafa bekliyordum. Gerçi bunda da azıcık fantezi var fakat Wriscutters kadar değil.

5.8/10
 
the_impossible_2438583k.jpg

The Impossible / Kıyamet Günü (2012)

En duygusuz insanın bile bazı sahnelerinde etkilenebileceği, iyi çekilmiş ve oynanmış bir yapım. 26 Aralık 2004'te yaşanan tsunami felaketini bir ailenin gözünden anlatmak iyi bir tercih olmuş, aksi takdirde sıkıcı bir iş olabilirdi.

Senaryoda yer yer ajitasyona kaçıldığı olsa da (ki pek itirazım yok) dram ve gerilimi güzelce harmanlamayı başarmış. Hatta en baba korku filmlerinden bile daha çok gerilim vardır, bunu da söyleyebilirim. Özellikle tsunami sahneleri fazlasıyla gerçekçi çekilmesi olayın içindeymişiz gibi bir his veriyor. Keza ondan sonra tempo biraz düşse de dramatik yapının sağlam kurulmuş olması nedeniyle hiçbir sorun yaşanmıyor.

Bu tür yapımların bazılarında milliyetçilik dozu fazla abartılıyor ve bu da izleyiciyi rahatsız edebiliyor, ama neyse ki burada bu konuyla ilgili pek bir şey yok; bu da artı puan. Sanırım tek sorun, kan ve yara görüntüleriydi; ama ele aldığı konuyu düşünürsek bunların olması gayet doğal. Yine de bu tür şeyleri gördüğümde pek bakamıyorum, tıpkı Lucas gibi.

Oyunculuklarda ise bana göre iki isim öne çıkıyor. Naomi Watts, felaketin arasında hayatta kalmaya çalışan bir annenin çaresizliğini çok iyi yansıtmış ve aldığı Oscar adaylığını sonuna kadar hak etmiş. Yardımcı oyunculardan ise Ewan McGregor'un aksine Tom Holland daha ön plandaydı bence, buradaki işçiliğiyle benim için adını umut vaat eden genç oyuncular arasına yazdırdı. Ailenin diğer çocukları da çok tatlıydı bu arada. :X

En iyi sahneler, Lucas, kardeşleri ve babalarının kavuşma sahneleri. Maria'nın hastaneye götürülmeden önce adanın yerlileri tarafından yaralarının temizlenip üstüne bir şeyler giydirilmesi ve Lucas'ın bir babayla oğlunun kavuşmasına ön ayak olmasıydı. Belki ikinci yarının başında tesadüfler biraz fazla abartılmıştı, ama rahatsız olmadım açıkçası.
Sonuç olarak 'klasik felaket filmi' diye burun kıvrılmadan izlemeniz gereken bir iş. Gerçek olaylardan uyarlanmasının yanı sıra (%99'u gerçeğe uygun çekilmiş) gerçek mekanlar ve tsunamiden kurtulan insanların yer alması (CGI da kullanılmamış) bile izlemek için en büyük nedenler arasında. Tam olarak kusursuz olduğunu söyleyemem, ama pişman da olmazsınız. :)

8,5/10

KÜNYE
Yönetmen: J.A. Bayona
Senaryo: Sergio G. Sanchez & Maria Belon (olayı yaşayan ailenin annesi)
Oyuncular: Naomi Watts, Ewan McGregor, Tom Holland, Samuel Joslin, Oaklee Pendergast

Oscar Karnesi (1 adaylık): En İyi Kadın Oyuncu (Naomi Watts)
 
m3rHZFLyTHSO9F6iPq9MLbrN8NA-660x371.jpg

Midnight In Paris / Paris'te Gece Yarısı (2011)

Gerek görsel olarak, gerekse senaryosuyla kolay bulunmayacak bir şaheser. Paris'in eşsiz güzelliğine hayran kalmamak elde değil, tabii söz konusu filmi Woody Allen yazıp yönetince zevk almamak imkansız.

Nişanlısıyla birlikte Paris'e gelen bir yazarın kendini 1920'lerin Paris'inde bulması kağıt üzerinde bile ilginç bir fikir gibi görünürken başka bir yönetmen/senaristin elinde hayal kırıklığı olabilecek proje Woody Allen'in dünyasında bambaşka bir şeye dönüşmüş. Set tasarımları, kostümler ve müzikler sayesinde 20'lerin Paris'i içinde yaşamak istediğimiz bir yere dönüşüyor.

Her daim geçmişi özlediğimizi, geçmişe geri dönme imkanımız olsa bile yine geçmişi özleyeceğimizi samimi ve nostaljik bir senaryoyla birleştirmek her baba yiğidin harcı değil; ama izlerken film hiç bitmesin istedim. Belki bu tadı iyice alabilmemiz için 5-10 dakika daha uzatılabilirdi.

Owen Wilson ve Rachel McAdams'ın performansları iyiydi, ama pek bayıldığımı söyleyemeceğim. Ama onların aksine Michael Sheen 'ukala kültürlü adam' rolüne çok yakışmıştı. Carla Bruni ve Lea Seydoux'u da beğendim.

Gerçi onlardan ziyade yan kadrodaki oyunculara, özellikle eski Paris'te gördüklerimize, dikkat çekmek daha doğru olur aslında. Güzelliği ve oyunculuğuyla büyüleyen Marion Cotillard, kendisine çok yakışan bir rolle Kathy Bates, 5 dakika görebilmemize rağmen döktüren Adrien Brody, Fitzgerald çifti olarak Tom Hiddleston ile Alison Pill ve Ernest Hemingway rolünde diğerlerinden rol çalan Corey Stoll... Böyle bir kadro her filme nasip olmaz sanırım. :X

Biraz kusurları vardı elbet, ama izlemeye başladığınız andan itibaren Paris'in o eşsiz güzelliği ve büyüsü gözlerini kamaştıracağından onları pek fark edemeyeceksiniz. Woody Allen'ın son dönemdeki en iyi projesi. :)

8,5/10

KÜNYE
Yönetmen & Senaryo: Woody Allen
Oyuncular: Owen Wilson, Rachel McAdams, Marion Cotillard, Michael Sheen, Kathy Bates, Adrien Brody, Corey Stoll, Tom Hiddleston, Alison Pill, Lea Seydoux, Carla Bruni, Nina Arianda, Kurt Fuller, Mimi Kennedy, Gad Elmaleh

Oscar Karnesi (1 ödül)
En İyi Film
En İyi Yönetmen
En İyi Özgün Senaryo
En İyi Sanat Yönetimi
 
26road.xlarge1.jpg

Revolutionary Road / Hayallerin Peşinde (2008)

Öncelikle herkese göre bir film olmadığını söylemek lazım. Senaryoda zorlayıcı bir sahne yok, ama psikolojik dram türünü sevmeyenler filmden de pek hoşlanmayabilir. Yine de benim için güzel bir deneyim oldu.

Frank ve April Wheeler çiftinin hayallerinin peşinden koşmaya çalışırken günler geçtikçe eskisinden farklı kişiliklere dönüşmesi ve dışarıda görünen 'rüya çift' imajlarının altında dağılmaya yüz tutmuş bir ailenin olması filmde çok güzel anlatılmış. Romanı bilmiyorum, ama film uyarlamasının bir şeyleri başardığı aşikar.

Yönetmen Sam Mendes, Amerikan Rüyası'ndan uyanamayan insanları anlatan bir yapım çıkarırken kendimizi sorgulamamızı da sağlıyor ki; bunu başarabilen film sayısı fazla sayılmaz. Frank ve April'in küçük, sıkıcı hayatlarından kaçmaya cesaret edememeleri yıkımın başlangıcı oluyor. İlerleyen zamanlarda şiddetini daha da arttırarak süren kavgalar da maalesef kaçınılmaz sonu getiriyor.

Filmin bir diğer iyi tarafıysa elbette ki oyunculukları. Filmi sevmeseniz bile Leonardo DiCaprio ve Kate Winslet'ın performanslarına hayran kalmamak imkansız. Her ne kadar bu rolleriyle sezonda doğru düzgün takdir görememiş olsalar da gönlümdeki tüm ödülleri şimdiden kaptılar bile. Umarım yakın bir zamanda 3. kez bir araya gelme şansı bulurlar. :)

Titanic'ten sonra buradaki varlığıyla nostaljik bir tat veren Kathy Bates, yıkımı tetikleyen karakterlerden birine büyük bir ustalıkla hayat veren Michael Shannon ve doğal oyunculuğuyla Kathryn Hahn da dikkat çeken diğer isimler arasında.

April'in Molly'yi arayıp çocuklarını onun için öpmelerini söylediğinde ağlamamak için kendini zor tutması ve elinin titremesi, Frank ve April arasındaki tartışmalar, John'un gerçekleri çiftimizin yüzüne vurması, filmin finalinde Helen'ın Wheeler hakkında söylediklerine istinaden kocasının işitme cihazını kapatması ve April'in tehlikeli olmasına rağmen çocuğunu aldırdıktan sonra ölmesi en vurucu sahnelerdi.
Sonuç olarak çok sade, ama anlatmak istediklerini de büyük başarıyla yansıtan bir yapım olmuş. Sadece kadrosu için bile görülmesi gereken bir şaheser. Biraz durağan ilerlemesi ve ailenin çocuklarını geri plana atması (onların nasıl etkilendiğini de görmek isterdim) bazıları için sorun olabilir, ama siz yine de bir deneyin. :)

8,5/10

KÜNYE
Yönetmen: Sam Mendes
Senaryo: Justin Haythe & Richard Yates (roman)
Oyuncular: Leonardo DiCaprio, Kate Winslet, Kathy Bates, Michael Shannon, Kathryn Hahn, David Harbour, Zoe Kazan, Richard Easton

Oscar Karnesi (3 adaylık)
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu (Michael Shannon)
En İyi Sanat Yönetimi
En İyi Kostüm Tasarımı
 
http://publichealth.wustl.edu/wp-content/uploads/2015/07/Contagion-2011-Free-Full-Movie-******-HD.jpg
Contagion / Salgın (2011)

Aslında başka bir filmi izlemeye başlamıştım, ama sarmayınca ve süresi de uzun olunca bunu görmeye karar verdim. Fragmanı iyiydi, ben de fazla beklentiye girmeden filmi izledim ve başarılı buldum. Elbette mükemmel değildi, ama bu kadar kötü eleştirileri de hak etmiyor.

Genellikle beyazperdede 'bulaşıcı hastalık' teması zombilerle veya başka doğaüstü yaratıklarla anlatılır, ama burada daha gerçekçi bir salgın ve yarattığı toplumsal kaos söz konusu. Hong Kong'tan yayılmaya başlayan bir virüs önce ana karakterimizin eşini öldürüyor (fragmanda var), ardından da birçok insan aynı sonla karşı karşıya kalıyor.

Bir yanda olayı araştıran doktorlar, diğer yanda hükümet, başka bir yanda insanları kandırıp para kazanmaya kazanan blog yazarları, bunun nedeniyle ayaklanan bazı kesimler, aşırıcılar, kaçakçılar derken olayın sıradan bir salgından çok daha fazlası olduğu ve adım adım salgının toplum üzerindeki etkilerini izlerken gerilmemek imkansız.

Tabii yıldızlarla dolu kadroyu unutmamak gerek. Ben kadro için izlemedim gerçi, siz de izlemeyin. Çünkü senaryoda kimse yıldız değil. Matt Damon'ın karakterinin diğerlerine göre biraz daha fazla rolü varmış gibi görünse de ekran süresi o kadar da fazla sayılmaz. Ama Laurence Fishburne ve Jude Law ona göre daha çok yer almışlar ve performanslarının iyi olduğunu söyleyebilirim.

Kadın oyunculardan ise hiçbiri yarım saatten fazla görünmüyor. Gwyneth Paltrow zaten hemen ölüyor, Marion Cotillard ve Kate Winslet'ın filme etkileri olduğunu da söyleyemem. Onların yanı sıra Bryan Cranston, Jennifer Ehle ve John Hawkes gibi isimler de üstlerine düşen görevleri başarıyla yerine getirmiş. Kaldı ki bu film oyunculuklarıyla pek öne çıkan bir iş değil, o yüzden işin bu kısmına takılmayın derim.

Virüsün nasıl bulaştığını ise filmin son sahnesinde öğreniyoruz. Ağaçların kesilmesinden sonra bir yarasa, ağaçtaki bir muzdan bir dilim aldıktan sonra onu yere düşürüyor ve domuz da onu yiyor. Ardından pişirilmesi için restorana götürülen domuza dokunan aşçı elini doğru düzgün temizlemeden ilk kurban Beth ile tokalaşıyor ve salgın da böylece başlamış oluyor.

Filmin bir sorunu ise Marion Cotillard ve Jennifer Ehle'nin canlandırdığı karakterlerin öykülerinin yarım kalması. Cotillard'ın oynadığı doktor salgını durdurma amacıyla kaçırıldıktan bayağı bir sonra o bölgedeki yaşamın normale döndüğünü görüyoruz, ama nasıl olduğuna dair tek bir ipucu yok. Keza hemşire Ally'nin babasıyla olan ilişkisini de daha fazla görmek isterdim.

Aşının bulunmasından sonra devlet yetkililerinin ilk olarak kendileri ve çevreleri üzerinde denemeleri de dikkat çekici bir nokta ve eleştiri diyebilirim. Bu arada finalden önceki son sahneye ise hiç gerek yoktu, biraz ajitasyon yapılmaya çalışılmış; ama başarılı bir deneme olmamış maalesef. Filmde Paltrow ile birlikte başroldeki 6 isimden birinin karakteri daha ölüyor, ama onu elbette ki söylemeyeceğim.
Sonuç olarak türünün üst düzey denemelerinden biri. Kusursuz bir yapım olmasa da sıkı ve gerçekçi bir gerilim filmi ve 100 dakika boyunca da vaat ettiği şeyi izleyiciye vermeyi başarıyor. Film hakkında bazı spoiler'ları okumama rağmen çoğu anda beni germeyi başardı ve bunu gerçekten beklemiyordum. Neyse, beklentilerinizi ortalama düzeyde tuttuğunuz takdirde kesinlikle pişman olmayacaksınız. :)

7,5/10

KÜNYE
Yönetmen: Steven Soderbergh
Senaryo: Scott Z. Burns
Oyuncular: Matt Damon, Marion Cotillard, Jude Law, Laurence Fishburne, Kate Winslet, Gwyneth Paltrow, Bryan Cranston, Jennifer Ehle, John Hawkes, Elliott Gould, Sanaa Lathan

Bir de film vizyona girmeden önce şöyle bir reklam çalışması yapmışlar, bir bakın derim. :)
 
Son düzenleme:

Biraz güleyim dedim, oturdum izledim yine. :F

Gerçekten Şahan Gökbakar işini biliyor, itiraz edip de Türk sinemasına yakışmadığını düşünseler bile. Ben çok gülüyorum filmlerine. Bu film de Recep'in mahallelerindeki top sahasını geri almak için 300 bin Tl arayıp da kendisini Survivor adasında bulunan Recep İvedik'in komik hikayesini anlatıyor.

Şu birleşme partisindeki o oynayan adama vurmasında kahkaha attım, baya komikti o sahnesi. Yine hıyarı yiyip Aslıhan'a dalması, o kısa saçlı kıza Deli Yürek demesi, o oyuncu seçmeleri falan baya iyiydi. :F

Kendi dalının en iyilerinden bana göre. :)
9/10
 

Sonunda izleyebildim filmi, hep aklıma gelipte açamadığım bir filmdi. :D

Yüksel Aksu yine güzel, samimi bir iş ortaya çıkarmış. Filmin sonunda da belirttiği gibi film kimseye ön yargılı olmamayı, herkese eşit bakmayı, insanları bölmemeyi anlatıyor. Çok da güzel anlatmış. :)

Filmde çalan şarkıları çok beğendim, Yüksel Aksu varsa işin içinde şaşırmamak lazım. İftarlık Gazoz filminde de böyle döktürmüştü kendisi, helal olsun.

Senaryo klasik olabilir ama güzel işlenmiş, yine ortam güzeldi. Yüksel Aksu'nun favori mekanı Ege zaten. :F

Tüm ekibin eline, emeğine sağlık. :) Sıkmadan izlettiriyor film kendisini.

8/10
 
enoughsaid_2699537b.jpg

Enough Said / Başka Söze Gerek Yok (2013)

Film maratonumun çok büyük ihtimalle son yapımıydı. Benim için güzel bir kapanış olduğunu söyleyebilirim.

Beyazperdede çok izlemediğimiz bir konuyu anlatması bile dikkat çekiyor. İkisi de orta yaşlı ve boşanmış olan Eva ile Albert'ın aşkını anlatıyor. Öte yandan masaj yapmaya gittiği Marianne isimli kadın ise eski kocasından sürekli dert yanan bir kadın. Tabii bu bahsettiği kişinin Albert olduğunu anlaması uzun sürmüyor ve ilişkileri başka bir yere gitmeye başlıyor.

Son zamanların en yalın ve sade senaryolarından biri olduğu kesin. 90 dakikalığında olsa insanı dertlerinden uzaklaştırıp gülümsetiyorsa o film amacına ulaşmıştır zaten. Elbette yeni bir şey vaat ettiğini söylemek zor, ama kaldı ki amacının bu olduğunu da düşünmüyorum. O yüzden Nicole Holofcener'ı takdir etmek gerek.

Filmin başrollerindeki Julia Louis-Dreyfus ve James Gandolfini'ye bayıldım. Uyumları ve oyunculukları tam kıvamındaydı. Gösterişli bir senaryo olmamasına rağmen ustalıklarını konuşturmuşlar. Ve keşke zamanında Gandolfini'ye bir Oscar adaylığı gelebilseydi, en azından böyle bir oyuncu için güzel bir anma olurdu. Yan kadrodaki Catherine Keener ve Toni Collette de onların karşısında ezilmemeyi başarmışlar. :)

Filmin sonlarına doğru Eva ve Albert'ın tekrar bir araya gelmesi beni çok mutlu etti, böyle bir hikayenin ancak güzel bir sona ihtiyacı olabilirdi. :)
Sonuç olarak tatlı bir bağımsız film, pek temsil edilmeyen orta yaş kitle daha çok sevecektir tabii; ama ben de pek ala umduğumu buldum. Bir şans verin derim. :X

8/10

KÜNYE
Yönetmen & Senaryo:
Nicole Holofcener
Oyuncular: Julia Louis-Dreyfus, James Gandolfini, Catherine Keener, Toni Collette
 
Ant-Man (2015)

Daha önce izlemediğim bir karakterdi, Dc'nin atomundan daha anlamlı bir karakter olduğu kesin tabi bir Dizi bütcesiyle, film bütcesini karıştıramayız. Atom içinde film görürsen ayrı bir yorum yaparım bu kesitle ilgili.

Film bence daha önce komik bölümleriyle ortaya çıkmış, aksiyon dışında bana filmi beğendiren kısımlar bunlardı. Yenilmezlerden ucuz olanlardan birini getirmişler, hoş sahneydi ama çok şüpheye soktu insanı.

Şans eseri film bittikten sonra müziği biraz dinliyim derken sonlara koydukları kısımda 2. filmin geleceğine dair mesaj koydular, güzelde oldu. İzlenir diyorum ve,

8.0/10
 

Tom Hanks'in en başarılı filmini izlemek istemek istedim ve kocaman bir abartı ile karşılaştım. Güzel filmdi ama yorumları okuyunca o kadar büyük bir film düşündüm ki hayallerimi karşılayamadı.

Konu çok basit bence bir kere. İçine alan bir senaryosu olsada bazen çok orjinal olsada (Uyarlamaymis) basitti. Derinlik var elbet lakin çok özel bir senaryo değildi ve gereksiz uzetmalar vardı. Bazen gıcık bile oldum filme özellikle Vietnam olayında seyirciye aksettirilmeye çalışanlar çok antipatikti. Saf bir insan üzerinden anlatılması ve kahraman amerikalı Forrest Gump imajı çok sevimsizdi. Ama hiç şaşırmadım.

Filmi izlerken daha önce izlediğim My Name's Khan ile çokça kıyasladım. Ancak bu film o kadar derin etkilemedi beni. My Name's Khan çok sarsıcı bir hikayeydi. Burada o derinlik yoktu bence.

Bunlar filmin çok iyi olmayan ancak iyi olan yanlarıydı. Çok iyi olan yanı ise görsellikti. Ben o eski görüntüler arasında Forrest Gump'ı görünce baya ilginç oldum. O dönem için ne kadar zordu emin değilim ama iyi iş çıkartılmış.

Oyunculuk ise rolün çok iyi olması sebebi ile Tom Hanks yapmış yapacağını. Güzeldi akıllarda kalacak bir performanstı. Ama bana sempatik gelmiyor adam nedense. Bu rolle bile sevmedim adamı.:(

Vel hasıl güzel bir film ama aşırı abartılı bir puana sahip. 8/10