En Son İzlediğiniz Film? 🎞

  • Konuyu başlatan Konuyu başlatan şirin
  • Başlangıç tarihi Başlangıç tarihi

Little Children, senaristliğini ve yönetmenliğini Todd Field'ın üstlendiği bir film. Filmin uyarlaması aynı isimli Tom Perrotta romanında. İsmi aile filmi havasında ama film tam anlamıyla yetişkin filmi. Filmi izlerken kafamda canlanan film, American Beauty oldu. Belki o film kadar vurucu değildi ama yine de iyi bir filmdi.

Filmde bir banliyöde yaşayan insanların hayatına odaklanıyor. Öyle sıradan da değil. Sarah ev kadını ve mutsuz; Brad ev adamı (baro sınavından geçemediği için işsiz) ve mutsuz. İkisi de çocuk sahibi. Ronnie teşhircilikten sabıkalı, dışarı çıkmış ve annesi May ile birlikte banliyöde evde kalmaktadır. Sarah'ın eşi Richard iyi bir iş sahibi ama pornografi bağımlısı, Brad'in eşi Kathy işiyle biraz fazla meşgul. Bir de Larry var, Larry de polisken yaşadığı bir durum yüzünden psikolojisi bozulmuş. Bu aykırı karakterlere bir de anlatıcı ekleyin, olay masalsı bir filme dönüşüyor. Olaylar masalsı değil ama anlatıcının ses tonuyla film farklı bir havada.

Ronnie ile başlıyor film ve çevredeki insanların tepkileri de kendini gösteriyor. Sarah'ın çocuk parkında arkadaşlarıyla birlikte otururken Brad'i fark etmesiyle, daha sonra işlerin çığrından çıkacağı olayların başlangıcı oluyor. Tabii Brad'in hayranı olan arkadaşları da küsüyor Sarah'a, büyük şok oluyor. Hayal eden kadınların hayalleri çalınmış oluyor böylece ve teoride eşlerini bir kenara bırakıp, başka birisine takılı kalıyorlar. O sırada onların hayalini pratiğe döken Sarah oluyor.

Eşlerinin kendileriyle ilgilenmeyince Sarah da, Brad de mutsuzluğunu mutluluğa çevirmek için olayı cinsel birlikteliğe döküyor. Aslında birlikte mutlular mı, yoksa mutsuz oldukları ortamdan kaçış mı, onu aslında filmin sonunda görüyoruz. Sarah ile Brad'in aslında hoşlandıkları şey, belki de hazdan başka bir şey değildi. Sarah çocuğunu kaybetme korkusuyla, Brad kaykaydan düşüp kanlar içerisinde baygın bir şekilde yatıp eşi Kathy'i arayana kadar olayın hazdan öteye gidemediği görünüyor ya da aslında belli bir düzeni değiştirmek zordur, risklidir, ikisi de buna göze alamıyor, böyle de diyebiliriz. Brad'in eşi Kathy zaten Brad ile Sarah'ın arasında bir şey olabileceğini yemekte çözmeye başlamıştı bile.

Ronnie'ye ayrı parantez: Yaptığı büyük bir hata yüzünden bütün çevre Orta Çağ'da cadı görmüşçesine saldırıya geçti. Evet, muhtemelen insanların normal olarak böyle reaksiyon göstereceği açık. Tabii Larry gibi ileri gidip olayı şova dönüştürenler de çıkacaktır ama tabii bu durumda May gibi kişiler de zarar görecektir. Larry'nin de polis olduğu dönemde alışveriş merkezinde yanlış anlama sonucu bir çocuğu vurduğunu, bu psikolojiyle hareket ettiğini de belirteyim. Kısacası filmdeki psikolojik yön fazlasıyla mevcut.

8/10
 

Onur Ünlü'nün yazıp yönettiği Güneşin Oğlu, Leyla ile Mecnun kafasına en yakın olan filmlerden birisi. Hatta ikinci sezonda (28. Bölüm) bizzat yer değiştirmeli bölümü de var. O bölümün yönetmeni de zaten Onur Ünlü, senaristi Burak Aksak.

Leyla ile Mecnun'u seven birisinin seveceğini düşündüğüm bir film. Filmdeki bazı oyuncular da zaten Leyla ile Mecnun oyuncusu ya da Onur Ünlü'nün filmlerinde sık sık rol alan oyuncular. Köksal Engür, Aksakallı Dede'yi; Serkan Keskin İsmail Abi'yi; Tansu Biçer ise, İsmail Abi'nin dağda birlikte mahsur kaldıkları karakteri canlandırıyordu. Böyle iyi detaylar da var filme dair.

Filmi anlatmak gerekirse; kısacası güneş tutulmasına maruz kalan bazı insanların ruhlarının yer değiştirilmesi anlatılıyor. Biraz karışık, afili sözlerin de içinde bulunduğu farklı bir yapım. Hem fantastik yanı olan, hem de arada güldüren bir yapım.

8/10
 
Reactions: bazinga

Harold Ramis'in yönetmenliğini üstlendiği filmin senarist grubunda Harold Ramis'in yanında Peter Tolan ile Kenneth Lonergan var. Kenneth Lonergan'ın olması muhtemelen belki şaşırtıcı gelecek; çünkü kendisi Manchester by the Sea filminin senaristi ve yönetmeni. Dramatik film yapan Kenneth bu filmde, hatta ilk filminde komedi filminin senaristlerinden birisi. Harold Ramis zaten Groundhog Day gibi bir filmin yönetmeniydi, komedi konusunda iyi bir isim. Arka plandaki isimleri bir kenara bırakırsak, filmin kadrosunda da Robert De Niro, Billy Crystal ve Lisa Kudrow gibi isimler var. Oyuncu kadrosu da iyi.

Filmde mafya babası olan Paul Vitti'nin psikolojisinin bozulması ve sonrasında psikolog olarak Dr. Ben Sobel'i bulmasını ve beraberinde gelişen olayları anlatıyor. Özellikle son yarım saati eğlenceli ama biraz da basit senaryolu bir film. Mizahı biraz İngiliz mizahını andırıyor. Son yarım saatinin verdiği eğlence için izlenebilir. Arada güldürdüğü de oluyor. Robert De Niro'nun ve Billy Crystal'ın performansı başarılı. Robert De Niro komedi olarak bile olsa mafya olmak yakışıyor. Lisa Kudrow'u izlerken kafamda direkt Phoebe Buffay canlandı. Performansı canlandırdığı o karakterini hatırlatıyor.

6/10
 
Reactions: bazinga

Filmde 1961'deki meşhur Devrim arabalarının öyküsü, Tolga Örnek'in yönetmenliğinde anlatılıyor. Filmde kolay kolay bir araya getirilemeyecek kadar dev bir oyuncu kadrosu da var. İnsanların geçmişe dönüp bakması adına önem arz eden bir film. Belki üst düzey bir film değil ama dönüp bakan "devrim arabaları nedir" diye araştırabilir.

Araştırma yapan birisi, filmde gördüğü gibi, ülkenin kafa yapısını da görmüş olur. Yıllar geçse de değişmeyen o kafa yapısını görmüş olur. Biraz gerçek, biraz kurmaca hikayeyle 23 mühendisin yaşadığı zorluğu görmüş olur. Evet, üst düzey bir film değil ama insanları araştırmaya sevk ettiği için değerli bir film.

7/10
 
Reactions: bazinga

Tae-suk abimiz var, bu arada isminin Tae-suk olduğu film boyunca hiç geçmiyor, duymadım. Her neyse bu abimiz milletin evine gizlice girip yerleşiyor, gününe gün ediyor. Yolculuğunda da motor kullanıyor. Her girdiği evinde kontrol etmeyi unutmuyor tabii ne zaman geleceğini ev sahibi olan kişinin, gelmesine yakın çekip gidiyor. Çamaşır makinesi yerine kıyafetlerini fırçayla çitiliyor. Yemeğini yapıyor, uyuyor ve geldiği zaman gidiyor. Bir de golf merakı var, silah olarak golf topunu kullanıyor. Gel zaman git zaman, Sun-hwa ablamızın evine de gidiyor, sonrasında da kocası Min-gyu ile. Bütün hikaye bundan sonra başlıyor.

Senaryosunu ve yönetmenliğini Ki-duk Kim'in üstlendiği filmin konusu bu şekilde ama işleyişi bir o kadar ilginç. Başta kuryeci bir abinin pizza dağıtıyormuş gibi başlaması, sonrasında da ilginç bir filme dönüşü söz konusu oldu. Akıcı bir film, sıkmıyor da, ki süresi de kısa. Sanatsal ama akışına bıraktığın zaman akıcı olan bir film. Tabii filmi izlerken mantık hatası çok fazla aramadan izlemek gerekiyor, yoksa film film olmaktan çıkar. Bulmak istersen de zaten filmde fazlasıyla bu tarz sahne var.

Erkek baş karakterin sessizliği, topluma karşı yabancı olmasından geliyor. Kadın baş karakterin sessizliği, kocasından gördüğü şiddetin sessizliği. Erkek toplum tarafından sindirilmiş, kadın da kocası tarafından sindirilmiş. Film adına genel olarak bu iki karakteri böyle yorumlayabildim.

Tae-suk evin içine girer, evde vakit geçirirken bozuk olan şeyleri tamir etmeyi, bitki bakımı yapmayı unutmaz. Karakter eve hırsız gibi girer ama aynı zamanda eve bir iyilik yapar gider. Filmin en sessiz karakteri. O kadar sessiz bir karakter ki, bir müddet sonra sinir etmeye de başlayabiliyor. Sırf bu yüzden de başına gelmeyen şey de kalmıyor.

Sun-hwa ile karşılaştıktan sonra da film başka boyut kazanıyor. Min-gyu'dan şiddet gören Sun-hwa ezilmiş, susturulmuş bir karakter. Tae-suk ile karşılaşır, sonrasında da birlikte evden eve gezmeye başlar, Tae-suk için aynı düzen devam eder, +1 kişiyle. Susar susar, ta ki kocasına "seni seviyorum" diyesiye kadar, aslında ona da dememişti.

Film iyiydi iyi olmasına ama sonlara doğru Tae-suk'un kendisini hayalet moduna alması ve ardından Tae-suk'un, Sun-hwa'nın evine gelmesi ve orada Sun-hwa'nın konuşması, ardından Tae-suk'un tamamen hayalet gibi görünmesi söz konusu oldu. Var ama yok gibi oldu bir anda karakter. Son sahne daha vurucu olabilirdi bence, böyle Tae-suk karakterine fantastik öge yüklenmiş gibi oldu.

Filmin farklı havasını sevdim ama son sahneyi tam anlamıyla sevmemiş olsam da. Silah yerine golf sopası ve golf topunun silah olarak kullanılması çok iyiydi. Silah görüntülerinin, yerini böyle yaratıcı şeylere bırakılması çok iyi. Çamaşır makinesi yerine, gürültüsüz çitileme yöntemiyle yıkama da ilginçti. Düşününce çamaşır makinesi ile yıkamak gürültüden başka bir şey olmazdı ve filmin vurgu noktası sessizlikti.

7/10
 

Bu filmi hiç unutmam; Cola Turka'nın yanında hediye olarak bardak ve tepsi dağıtıyordu. O tepsi halen daha bizde durur. Filmde zaten kola da görülmekte. Cem Yılmaz'ın senaristliğini üstlendiği, Ömer Faruk Sokak'ın yönetmenliğini üstlendiği bu film. G.O.R.A.'nın fazlasıyla geride, aynı şekilde A.R.O.G'un da fazlasıyla geride. Fikir güzel ama çok fazla da güldürmüyor.

Osmanlı görevlisi Aziz ve Lemi Bey'in Amerika'ya hediye vermek için gitmesi ve sonrasında da o hediye çaldırması üzerine gelişen olaylar anlatılıyor. Hikaye 19. yüzyılın sonlarında geçiyor ve haliyle işin içine Amerika'da olduğu için kovboylar, kızıl derililer devreye giriyor ve mizaha Osmanlı görevlileri de eklenince işin içine Türk de dahil oluyor. Sık sık tarih üzerine göndermeler yapılıyor ama mesela "Teşkilat-ı Mahsusa" esprisinin yapılması saçmaydı. 1913'te faaliyetlerini göstermeye başlıyor örneğin, İttihat ve Terakki'nin kendini göstermeye başlamasıyla diyelim. Kızıl Derili ve Türk göndermeleri, Türklere bakış açısı iyiydi ama genel olarak baktığımızda tarih üzerine espriler yapmak kimi zaman sırıtıyor, aynı bu filmde olduğu gibi. Bu espriler uzadıkça da sıkmaya başlıyor ya da benim için biraz böyle oldu. Filmde anlatıcı olması da "atma ziya" hissi uyandırdı.

5/10
 
Reactions: bazinga

Analyze That, Analyze This'in devam filmi. Bu film, ilk filme göre daha az ilgi gören bir film. İlk film biraz daha sadeydi, ikinci film aksiyonun arttığı, hatta soygunun da söz konusu olduğu bir film oldu. İlk film biraz daha sade olduğu için daha iyi ama hareketlilik yönünden bu film bir tık daha önde.

Paul Vitti hapishanede ölüm tehdidi altındadır, deli taklidi yaparak dışarı çıkmaya başarmıştır. Tabii bunda terapisti Ben Sobel'in de faydası büyüktür. Sobel de babasını kaybetmiştir, duygudurumu sürekli değişmektedir. Paul Vitti'yi kontrol altında tutmak şartıyla serbest bırakılmıştır. Çıktıktan sonra mafyalar arasında çatışma başlar ve işin içine terapistin de dahil olmasıyla eğlenceli sahneler ortaya çıkar.

Bu kadroyu komedi unsurları olmadan, aksiyon şeklinde görmek isterdim. Yönetmen ise, Martin Scorsese olmalıydı. Karakterler de tam buna yönelik, sadece komedi unsurları eklenmiş. Muhtemelen ortaya mükemmel bir iş çıkardı. The Sopranos var gerçi bu tarz dizi olarak. Bu haliyle de çok fazla güldürmese de, arada güldürdüğü sahneleriyle eğlenceli bir film. Film bittiğinde uzun süreli bir diziyi bitirmişim gibi geldi. Jenerikte kamera arkası görüntülerinin olması da iyiydi.

6/10
 
Reactions: bazinga

Öncelikli olarak belirtmek gerekirse, Türkiye'de animasyon kültürü çok fazla yaygın değil. Çok fazla göremeyiz, görsek de ön plana çıkan tarzda olmaz. Kötü Kedi Şerafettin ise bir istisna. Yabancı ülkeler tarafından da izlenen ve tanınan bir film. Beğenilmesi tabii ki kişiden kişiye değişir.

Kötü Kedi Şerafettin, Bülent Üstün'ün karikatürlerinden esinlenerek ortaya çıkarak oluşturulan bir animasyon film. Filmi eğlenceli kılan da karikatürden aktarılmış olması. Filmde çok küfür var ama bu detayı takılmadığında animasyon bir eğlenceye dönüşebilir. Çok iyi değildi ama eğlenceliydi. Hayvanlar üzerinden yapılan espriler de yer yer güldürdü. Türkçe olarak izlediğinde de başta ilginç geliyor. Birçok tanınmış isim ses veriyor karakterlere. Aralarında seslendirme sanatçısı olan Yekta Kopan, diğerleri genelde oyuncu. Direkt seslerden kim olduklarını çıkarabilirsiniz ve bu da ayrı bir detay film adına. Bir de Trakya gibi yöre ağızlarıyla konuşan karakterler de vardı tabii, bu klişe de olmazsa olmaz. Kısacası özellikle Türkiye'deki animasyonların arasından sıyrılıp artı alan ve bence iyi bir animasyon film.

7/10
 
Reactions: bazinga

Filmin posteri çok kötü, filmin posterini yapan kişi amatör sanırım ya da profesyonelse çok amatörce bir işe imza atmış. Filmin posterini görünce bir gülme tutuyor zaten. Filmin senarist ve yönetmeni Ayhan Sonyürek karışık bir yol hikayesi tasarlamış. Filmin ilk yarısı samimi bir şekilde ilerleken, ikinci yarısında politik göndermeler yapmaya çalışan bir filme dönüşüyor ve konu dağılıyor.

Hatay'ın Samandağ ilçesinden babasına atarlanıp yola çıkan ve asker arkadaşı Salim'in yaşadığı Mersin'in Mut ilçesine gitmeye karar veren, bu yolda köpeği Kara Kız ile yolculuk yapan Mizrap'ın yol macerasını izliyoruz. Motorunu iş karşılığı veren Mustafa Dayı, Mizrap'ın aşık olduğu Ceren gibi karakterler öne çıkmaya başlarken samimi bir şekilde gidiyordu, derken bir anda politik göndermeler yapmaya başladı film, çok anlamsızlaştı. Dram ve Komedi arasında bir film olduğu için bunun yanında Romantik ve Politik türleri de serpiştirilince ortaya daldan dala atlayan bir film çıktı.

Cengiz Bozkurt'un Mizrap karakterini canlandırması mükemmeldi. Hatay ağzını mükemmel yapıyor. Cengiz Bozkurt olmasaydı, muhtemelen film izlenmezdi. Mustafa Alabora'nın Mustafa Dayı karakteri de iyiydi. Konu dağılmayıp, çizgisini bozmadan ilerlemiş olsaydı keşke film.

4/10
 
Reactions: bazinga

Filmdeki gidişat filmden ziyade, bir dizi gibiydi. Bunun sebebi ise, senaryoyu yazan Nuran Evren Sit'in muhtemelen dizi senaristi olmasının etkisindendir. Film başlıyor, uzun süren bir dizi hissiyle ilerliyor, genel olarak da geriye dönüşlerin de etkisiyle dağınık bir senaryoyla ön plana çıkıyor. Finali ise biraz aceleye gelmiş gibi. Ömer Faruk Sorak iyi bir yönetmen ama işte senaryoda sıkıntılar var.

Özgür ile Deniz'in çocukluğundan gençliğine uzanan, flashback ile desteklenen bir film. Flashback özelliğinin olması bir dezavantaj aslında doğru kullanılmadığında, dağınık bir senaryoya sebebiyet verebiliyor. Film adından da anlaşıldığı gibi tesadüfi olaylara yer veriyor ve baş karakterin hasta olması gibi bir klişesine de giriliyor. Dağınık senaryoda tabii hastalık mevzusu da iyi aktarılamıyor.

Filmin iyi yönleri de var tabii ki, mesela soundtrack kısmı. TNK, Reed, Teoman, Bülent Ortaçgil'in şarkısı (Mehmet Günsür - Eylül Akşamı) gibi birçok şarkıcının şarkısı vardı. Özgür ile Deniz'in bazı sahneleri de iyiydi. Tabii romantik filmler anlamında Türkiye'de son 10 yılda çok iyi işler çıkmadı, sanırım son 10 yılı baz alırsak en ön plana çıkan yapımlardan birisi bu film.

6/10
 
Reactions: bazinga

Agnès Varda'nın yazıp yönettiği filmde Nimes şehri yakınlarındaki kırsal bir bölgede hendeğin içinde donarak ölmüş genç bir kız cesedi bulunur. Sonrasında hikaye geri dönüşlerle karakterin nasıl öldüğü tanıklarla açıklanmaya çalışılıyor. Filmin polisiye yönü yok, tanıklar var ama bu genç kızın hayatını belgesel gibi anlatma var. Daha çok dram yönü ağır basıyor. Filmde ters kurgusuyla, genç bir kızın üzerinden aylaklığın portresini çiziyor yönetmen.

Mona çatısız kuralsız, yersiz yurtsuzdur. Türkçeye iki isimli çevrilen film, Mona'nın karakterini fazlasıyla tarif ediyor. Evi yok, herhangi bir kuralı yok, yeri yurdu yok ve tek istediği hayatta kalmak. Minimalist bir yaşam tarzını benimsemiş, çok fazla eşyası da yok, hatta hiç yok. Otostop çekiyor, bazı yerlerde kalıyor, çalışma teklif ediliyor ama herhangi bir kurala bağlı kalmak istemediği için reddediyor, üstüne uzaklaşıyor olduğu yerden.

Filmin zenginliği, şatafatı göstermek gibi bir derdi yok, doğal bir film. Mona'nın yüzünde abartılı makyaj yok, tam bir yersiz yurtsuz havasında. Temiz olmayan yerler bile gösterilebiliyor (milangaz gibi) ve bu tarz detaylarla doğallık yakalanmaya çalışılıyor. Filmin pozitif yönü bunlar. Mona karakterinin derinliği yoktu ve bunda anlatım tarzının etkisi de vardı. Bir de film sonlara doğru düşüşe geçiyor ve düşüşe geçmiş bir şekilde bitiyor.

Filmde profesör kadının yanan lambayı elleriyle tutma sahnesi çok saçma bir sahneydi. Neyse ki ışık kapatılarak kurtarıldı. Sonlara doğru ağaç kılığına girmiş adamların Mona'ya saldırmaya çalışması da saçmaydı ama sanırım ağaç kılığına girme olayı ritüel gibi bir şey olabilir ama yine de saçmaydı. Yangın sahnesinde sahnede kesinti yapılmış, Mona uyurken birileri kavga yapar ve yangın çıkar ama yangının büyümesi esnasında filmde küçük bir kesinti olur ve bir anda alevler büyür. Dönemin imkanları yüzünden bu tarz kesintiler doğal tabii, ayrı konu. Ayrıca filmin sonu da başından belliydi (takılıp düşerek hayatını kaybetmek) ama yine de karakterin gelişimi, uyumsuzluğunu görme açısından film iyiydi.

7/10
 
Son düzenleme:

Agnes Varda'nın yönettiği filmin senaryosunu filmin başrol kadın oyuncusu Jane Birkin ile birlikte yazıyor. Filmde birtakım ilginç detaylar da var: Jane Birkin'in gerçek hayattaki çocukları olan Charlotte Gainsbourg ile Lou Doillon da rol alıyor ve bu iki isim filmde de çocukları. Binevi kurmaca aile hikayeleri söz konusu. Bu üç isimden Charlotte Gainsbourg, Lars von Trier projelerinde yer alıp kendisini fazlasıyla meşhur etti. Özellikle Nymphomaniac serisinde rol almasıyla fazlasıyla popüler olmuştu. Ayrıca yönetmen Agnes Varda'nın oğlu Mathieu Demy de filmin başrol erkek oyuncusu. Binevi aile işi bir film.

Filmde ise bir aykırılık söz konusu. 15 yaşındaki çocukla, kendisinden yaşça büyük olan iki çocuklu boşanmış bir kadının aşkı. Aykırılık var olmasına var ama aralarındaki durum gerçekçi ve samimi geliyor mu, bana gelmedi doğrusu. Julien ile Mary-Jane'nin aşkından ziyade, ada manzaraları, yalnızık temasının karaktere yansıması iyiydi. Dönemin atari oyununu görmek de nostalji oldu. Filmin ismi de, Julien'in atari oyununda dövüş oyunu oynamasından geliyor. Kısacası ilginç bir filmdi ama bana göre gerçekçiliği zayıftı.

Tabii toplum yetişkinle çocuk arasındaki aşkı gerçekçi bulmaz, hastalık olarak bakar ve tepkiler gelir. En azından o kopma gerçekçi olmuş.

4/10
 

Agnes Varda'nın yazıp yönettiği ve "başyapıt" olarak nitelendirdiği filmi, ilk yarım saati olmasa da, özellikle sonlara doğru etkilemeyi başarıyor. Filmin ilk yarım saatini biraz ağır gitse de, daha sonra özellikle son yarım saatiyle film içini çekmeyi başarıyor. Filmde aynı zamanda ünlü Fransız yönetmen Godard'ın da sahnesi vardı.

Filmde Cléo'nun (Florence) kendisinin kanser olduğunu düşünmesi ve bunun üzerine doktorun teşhis koyması için beklemesini, beklerken de yaşadığı dramı anlatıyor. Ünlü pop yıldızı olan Cléo'nun yaşadığı bunalım sonrası çevresine karşı alınganlık göstermeye başlıyor, sonrasında kendisini dışarıya atıyor. İşte hikayenin iyi bir hâl alması da kendisini dışarıya atmasından sonra başlıyor ve Cléo üzerinden hayat hakkında sorgulama da başlıyor.

Filmde Cléo'nun psikolojisi eşliğinde Paris sokaklarını görmek mümkün. Filmi etkileyici kılan farklı farklı yüzler gösterilmesi, sonunda da Cléo ile Antoine sahneleri. Sanki yıllardır tanışıyorlarmış gibi bir samimiyetle yaklaşım gösterdiler birbirlerine ama bir o kadar da uzak gibiydiler birbirlerine. Birisinin gemiyle dönecek olması, birisinin de hastalığa yakalanma olasılığı ve birbirlerini daha ilk günde kaybetmenin de ayrı üzüntüsü.

8/10
 

Persona: "Kullanıcının karakterini ve sosyal yönünü tanımlar ve Latince 'maske' anlamına gelmektedir." Aslında filmin ismi, aynı zamanda filmi de tarif ediyor. Ingmar Bergman'ın yazıp yönettiği dram ve gerilim türündeki bu film, birden fazla izleyişte farklı anlamlar çıkarılabilecek tarzda bir film. Filmin özellikle kopma noktasında ciddi anlamda gerilim türü artmaya başlıyor ve beyin yakıcı sahneler geliyor.

Filmde bir hemşirenin, herhangi bir psikolojik rahatsızlık belirtisi göstermediği halde konuşmayı reddeden hastaya bakımını üstlenmesini konu ediyor. Filmde Alma karakteri hemşire, Elisabet Vogler ise ünlü ve içine kapanmış, konuşmayı reddeden aktrist. Filmin içinde insanın kendisini maskelemesini, kendisini bastırmasını, kadın kimliği gibi konular geçiyor.

Alma ile Elisabet Vogler'in doktorun adadaki evine gitmesiyle başlayan süreçleri birbirlerini yakınlaşmasına doğru gidiyor ama Elisabet hep sessiz. Ta ki Alma'nın verdiği sırları doktora mektup olarak yazan ve Alma'nın bu mektubu açıp okuyasıya kadar. Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Alma, Elisabet'e patlayacak ve o patlamadan sonra Elisabet için hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Adadan koşuşturma ile başlayan süreç, filmin de gerilime dönüşmesine neden oluyor.

Adadan koşuş esnasında yönetmenin çekimleri çok iyiydi, müziklerle birlikte sahne geçişleri gerilime sebep oldu. Tabii o geçişlerle birlikte filmde kafa karıştırıcılık da devreye girdi.Alma'nın o fotoğrafı yırtışındaki sebep bile ortaya çıktı. Bu patlama noktasından itibaren tekrar tekrar izleyince daha net bir biçimde kafada oturacak bir film.

Filmin süresi kısa, oyunculuklar etkileyici ve yönetmenin çekimi de bir o kadar etkileyici. Dönemine göre de başarılı bir film.

8/10
 

Taylan biraderlerin yönetmenliğini, senaristliğini de Berkun Oya ile birlikte üstlendiği filmin sanırım en büyük artısı, filmin oyuncu kadrosu. Bunun dışında iyi ve kötü arasında gidip gelmeler yaşayan ama ne iyi, ne de kötü, ortasında olan bir film.

Karakterlerin tamamı absürd, tam bir sitcom dizisi karakterleri gibi, hatta karikatürden fırlamış karakterler gibi. Karakterin dozu ayarlanmış olsa çok daha iyi olurdu ama böyle bazı karakterler karışık kuruyemişin içinden sevmediğin kuruyemişin gelmesi gibi bir şey oluyor. Düz bir şekilde ilerliyor ve biraz da düz bir şekilde bitiyor. Eğlenceli sahneleri var mıydı, vardı. Dramatik sahneleri var mıydı, vardı. İkisi birden olunca da ayrı bir sıkıntı oluyor.

Büyümüş de küçülmüş Caner karakteri çok iticiydi mesela. Film için bile olsa küçük çocuktan küfür, büyüğe saygısızlık gibi unsurlar söz konusuydu ve çok fazla iticiydi. Aziz'in sevgilisi Burcu'nun saatlerce aynı cümleyi tekrar etmesi de iticiydi. Alp karakterinin Aziz'i izlemeye çalışması ilginçti ama sonunda da viral yapması da sosyal medya göndermesi de bir o kadar ilginçti.

Aziz'in yalnızlığını bir kenara bırakırsak, Cevdet'in hiç takmaması umarsızlığı, Erbil'in Kamuran'a olan tutkusu, onu fotoğrafıyla konuşması, Vildan'dan kıskanması gibi absürd durumlar da vardı. Sonuç olarak filmde bağlantı noktası Erbil oldu. Erbil hayatını kaybetti, Aziz'e evini bıraktı, o meşhur kolyeyi buldu, Burcu ile yoluna devam etti ve Alp'in evindeki hareketleriyle viral oldu. Filmdeki Aziz, Erbil ve Cevdet sahneleri yer yer gülümsetmeyi başardı ya da etkiledi ama genel olarak baktığımızda çok iyi bir film değildi. Engin Günaydın ile Haluk Bilginer'in oyunculuğu için bile izlenebilir.

6/10
 
Reactions: bazinga

A Colony (2019)

Mubi'den kalkmasına saatler kala izleyip bitirdiğim bir film oldu.


Kanada'nın Fransızca konuşulan bir bölgesinde geçiyor film. Kimseyle bağ kuramayıp sosyalleşemeyen bir lise öğrencisinin yine okulda dışlanan başka biriyle bağ kurmasını ele alıyor film. Konusunu sevdim. Kendim de sosyal ortamları sevmeyen biri olarak Mylia ile çok kolay bağ kurdum. Emilie Bierre de şahane oynamış.

Mylia'nın yerliyle ilişkisi fena değildi ama asıl filme damga vuran kız kardeşi Camille ile olan ilişkisiydi. İki kardeşin sahneleri kalp ben.


Olumlu yanlarına karşın film ne yazık ki çok iyi değil. Karakterleri sevsem de olay örgüsü pek ilgi çekici şekilde kurulamamış. Çok ciddi tempo sorunu vardı filmin. Sonu da zayıftı. Baba karakterinin filmdeki zayıf etkinliği de problemdi. Annenin dansçılık olayında da derine inilememiş. Oysa çocukların sosyal olarak çevreden kopmasında bu durumun etkisi muhtemelen çok yüksek.

Yönetmenin ilk filmiymiş, belli ki yetenekli bir yönetmen ama kendisini geliştirmesi gereken alanlar var. Senaristliği de dahil olmak üzere...

5.5/10
 
Reactions: Araf

"Neredesin Firuze?" filmini Levent Kazak yazıyor, Ezel Akay yönetiyor ama bir filmden fazlası. Bir filmden fazlası, gerçek bir hikayeye dayanıyor çünkü. Bu hikayeyi yaşamış olan isim ise, Özcan Deniz. Her karakterin gerçek hayatta bir karşılığı var ve araştırınca şaşırtıcı geliyor insana.

Filmde beş arkadaşın müzik piyasasında tutunma çabası anlatılıyor. Konu klişe olmasına klişe ama gerçek hayatta yaşanmış detaylarla dolu bir film olduğunu düşünürsek, o klişe yerle bir oluyor. O klişe senaryoyu nasıl ortaya koyduğuna bağlı olay ve iyi bir şekilde ortaya konmuş bir film. Senaryo bazen dağılıyor, özellikle Firuze kısmı biraz gizemli ama filmi ilginç kılan da bu. Detaylarıyla ve bazı unutulmaz sahneleriyle unutulmaz bir film.

8/10
 

The 400 Blows (400 Darbe), Fransızcada okuldan kaçıranlar için kullanılan "okulu kırmak" anlamına geliyor. Filmin ismi de filmi anlatır nitelikte. Dokuz buçuk yaşındaki Antoine'ın okulu kırmasıyla başlayan süreçle aile kavramı, ebeveyn gibi kavramlar ortaya konuyor. Ders niteliğinde bir film.

1959 yapımlı bu filmde fazlasıyla kendi çocukluğunuza gidebilir, hatta belki de 20. yüzyıldan, 21. yüzyıla bakan bir pencere görebilirsiniz. Ebeveynler aynı buradaki gibi ceza sistemiyle çocuğu eğitmeye çalışmakta, öğretmenler aynı buradaki gibi ödev sistemiyle uğraşmakta ve aynı buradaki gibi ebeveyn ve öğretmen arasındaki gereksiz iletişim şekli kendini göstermekte.

Antoine üzerinden çocuk psikolojisini görüyoruz aslında. Antoine her ceza alışında yalan söyleme eğilimi gösteriyor ya da her doğru söylediğinde inanmadıkları için yalan söyleme eğilimi gösteriyor. Ceza alma korkusu onu kaçmaya itiyor.

Kaçmak ve yalan söylemek onu ebeveynleriyle daha da karşı karşıya getiriyor, hatta öğretmenleriyle de. Patlama noktası ise, şiddet oluyor. Şiddet sonrası ise kaçış söz konusu oluyor. Arkadaşı René ile birlikte kaçıyor, babasının iş yerindeki daktilosunu çalıyor, sonrası ıslahevi oluyor onun için. Ebeveynlerinden yine şiddet derecesi yüksek bir hareket daha. Babası işkolik, annesi de çalışıyor ama aynı zamanda patronuyla kocasını aldatıyor ve buna okulu kırdığı sırada Antoine de şahit oluyor. Örnek olmayan, çocuk yetiştirmemesi gereken bir ebeveyn profili.

Islahevine gitti sıralar gerçekler de ortaya çıkıyor. Aslında kendisi evlilik dışıymış, babası sandığıyla sonradan evlenmiş. Büyükannesi olmasa çoktan hayatını kaybedecekmiş. Bu detaylar da aslında yönetmen François Truffaut'un kendi hayatından kesitler. 27 yaşında ortaya çıkardığı bu filmde aynı baş karakterdeki çocuk gibi gerçek babasıyla hiçbir zaman tanışamıyor. Aynı zamanda kendisinin otobiyografik bir filmi. Yaşadığı bazı şeyleri aktarması filmi etkileyici kılıyor ve gerçekçiliğini artırıyor.

9/10