En Son İzlediğiniz Film? 🎞

Dosi

Süper Mod.
Katılım
10 Mart 2015
Mesajlar
85,157
Reaksiyon puanı
107,776
Puanı
1,060

Araf

Emekli
Katılım
25 Temmuz 2011
Mesajlar
38,599
Reaksiyon puanı
23,220
Puanı
1,060
Konum
Aydın

60'lı yılarda ortaya çıkan, Londra'da çekilen bir Michael Powell filmi. Gerilim var evet, çok büyük dram ve korku yok. Dönemini düşünürsek kimi zaman germeyi de başarıyor. Konudan uzaklaştığı da oluyor ve filmi sıkıcı bir konuma getiriyor ya da en azından benim açımdan böyleydi.

Filmde Mark isimli bir seri katilin, kadınları kameraya çekmesi, korku dolu bakışlarının ardından kamerayla cinayet işlemesini anlatıyor. Hatta o sahnelerde film germeyi başarıyor.

Bir seri katilin geçmişte yaşadığı olayların etkisiyle bunları yapması gibi bir durum vardı. Genelde de bu tarz eylemler geçmişin etkisiyle gerçekleşiyor. Seri katilin kalbi Helen için atmaya başlıyor, bir tek onu öldüremiyor ve kendini öldürdüğü gibi öldürüyor ama tabii sonu biraz hızlı gelişiyor izlenimi veriyor.

6/10
 
  • Beğendim
Reactions: bazinga

Araf

Emekli
Katılım
25 Temmuz 2011
Mesajlar
38,599
Reaksiyon puanı
23,220
Puanı
1,060
Konum
Aydın

Siz hiç bir film izlerken yoruldunuz mu? Bu gerçekliğin yorgunluğu, yaşamın yorgunluğu ama, karakterle fazlasıyla içli dışlı olma durumu. Karakterin soğukluğunu, havanın soğukluğunu, yönetmenin dışarıdaki güzellikleri göstermeye çalışmasının verdiği huzuru seyretmenin yorgunluğunu hissettiniz mi? Bu filmde tam anlamıyla bu vardı. İki saatin biraz üzerinde ama yılların verdiği yorgunluğu veriyor izlerken.

Karakterin yüzü gülmüyor, hayata karşı soğuk, yaşadıkları hayatını yabancılaştırmış; pişmanlığı, hüznü, kırgınlıkları var. Kader Lee'ye basmış tokatı, o da hıncını ya kendinden ya da başkasına öfkelenerek çıkarıyor. Susuyor da susuyor, konuşmak istiyor ama söyleyecek bir şeyi yok, kalmamış. Yaşamın kıyısında tıkılıp kalmış. Bu ne demek biliyor musunuz? Ölmek, evet ölmek. Lee yaşamıyor, ölü; hayatın kıyısında kaybolmuş. Hissetmeyi unutmuş, sevmeyi unutmuş, her şeyi unutmuş.

Abisi hayatını kaybediyor, abisinin hayatını kaybetmesine bile doğru dürüst üzülemiyor. Kapıcı olarak devam ediyorken hayatına bu ölümünün ardından bir de abisi Patrick'i emanet etmiş, vasisi olmuş. Kapıcı olmak yetmiyormuş gibi, bir de abisinin oğluyla uğraşıyor. Ama unutamadığı bir şeyler de var, geçmişini. Geçmişinde de bir yük var, o yük Randi de saklı. Hayatına da devam edemiyor haliyle, yollar tıkalı. Zamanında yaşadıkları, onu hayatını mahveden olaylar da mahvediyor izleyenleri. O kadar soğuk, o kadar boğuk ki, hayattan soğumamak, hayatın içinde boğulmamak elde değil. Hissizleşme var hissizleşme, daha ne olsun ki! Öyle bir film ki; boğulmak için, hayattan uzaklaşmak için, hayatın içinde kaybolmak için birebir!

9/10
 
  • Beğendim
Reactions: bazinga

MEnes

Moderatör
Katılım
18 Ekim 2015
Mesajlar
17,270
Reaksiyon puanı
19,073
Puanı
860
Konum
İstanbul
Hep kendi başıma film izleyip hiç birinin yorumlarını buraya yapmadığım bu güzide konudaki mesajları sürekli takip ederim... İlk defa burada bu denli bir kaosun çıktığını gördüm ve hoşuma da gitti... :A Mesajları okumak bir nevi keyifliydi bile diyebilirim... :A
 
  • Güldürdün
Reactions: bazinga and Araf

Araf

Emekli
Katılım
25 Temmuz 2011
Mesajlar
38,599
Reaksiyon puanı
23,220
Puanı
1,060
Konum
Aydın

On Body and Soul, Macar yönetmen Ildikó Enyedi'nin yazıp yönettiği; Alexandra Borbély ile Géza Morcsányi'nin başrolde yer aldığı bir film. Filmde bir mezbahada finans müdürü olarak çalışan Endre ile mezbahada yeni çalışmaya başlayan Maria'nın, bir hırsızlık vakası yaşanması üzerine psikiyatristin olayı araştırmaya başlaması, ikilinin aynı geyik rüyası görmesi üzerine ikilinin, psikiyatrist tarafından dikkat çekmesi ve sonrasında psikiyatristi bunu fark edip ikiliyi yüzleştirmesi sonrası başlayan ilginç bir ilişki anlatılıyor. Tek cümlede filmin konusunu anlattım, kendimi kutluyorum.

O kadar film izledim, Maria kadar ilginç bir karakter görmedim. Topluma biraz fazla yabancı bir karakterdi. Bence bir yandan da gerçekçiydi. Hayatta ne yaptığını bilmeyen, aynı şekilde ne yapacağını da bilmeyen; üstün zekalı asosyal insanlar da çok var dünyada. Bu arada Alexandra Borbély çok iyi bir performans sergiliyor. Rosamund Pike'nin Gone Girl'deki psikopatlığını andıran bir havası var ama tabii onun kadar psikopat değil.

Sürprizbozan içerikli bir Maria ile Endre:

Endre kolundan engelli olan ama buna kafayı takmayan bir karakter, özgüvenli; çok fazla konuşmuyor. Önceden ilişkileri oluyor ama daha çok cinsel ilişki. Karşıdaki insandan kolayca vazgeçebiliyor, ön yargılı yaklaşabiliyor ama sonra geri vites yapıp vazgeçtiği şeyden devam edebiliyor.

Maria ise bambaşka bir boyut. O kadar asosyal ki, çok az konuşur, hatta kerpetenle laf almak gerekebilir ağzından, öyle bir asosyallik. Kendini hiçbir şekilde keşfedememiş, ağır bunalım geçiriyor da diyebiliriz ya da demesek de olur, hayatı hiçbir şekilde yaşayamayan, keşfedemeyen bir karakter. Nasıl konuşulur, nerede durulur, ne yapılır, hiçbir şeyi bilmiyor. Aynı zamanda çok yalnız, yalnızlığın getirdiği bir sonuç olarak ortaya böyle bir karakter çıkıyor aslında, asosyal bir karakter.

Maria'nın bu kadar da asosyal olduğuna da bakmayın, aşırı şekilde üstün hafızası var. Psikiyatrist ona ilk ne zaman mastürbasyon yaptığını soruyor, o da 1998 yılının şu ayın şu gününde diyor. Bu nasıl bir detaycılık? Maria o kadar yalnız ki, dünyaya düşmüş uzaylı gibi bakıyor insanlara, yabancı gibi. İlişkilere de yabancı, telefonu da yok. Endre'ye nasıl davranacağını bilmiyor, bazen ilginç görüntüler veriyor. Aynı zamanda vücudunu da hiç keşfetmemiş, hiç cinsel ilişkiye de girmemiş. Kendini pornografik videolara verip keşfetmeye çalışmış, o kadar. (Filmde bizzat pornografik video kesitinin verilmesi de ilginçti, direkt böyle videolar genelde gösterilmezdi.) İlişki konusunda yolda gördüğü çifte bakacak kadar da yabancı.

Bir tarafı da psikopat, hatta damarını küvette müzik eşliğinde kesecek kadar psikopat. Endre telefon etmemiş olsa, muhtemelen hayatının son demlerini yaşıyor olacaktı. Ama çok iyi bir detay vardı filmde, Maria'nın Endre ile birlikte gerçekten bir çift olmaya başlamasıyla birlikte Maria'nın ilk defa yüzünün gülmesi. Yalnızlığın yok oluşu bunalımını aldı götürdü de diyebiliriz ve yaşamaya başladı, bu dai yi bir detaydı.

7/10
 
  • Beğendim
Reactions: bazinga

Araf

Emekli
Katılım
25 Temmuz 2011
Mesajlar
38,599
Reaksiyon puanı
23,220
Puanı
1,060
Konum
Aydın

Filmin afişii çok ilgi çekiciydi, konusu da öyle. Filmi açtığımda karşımda HBO'ya ait bir biyografik film olduğunu görünce ön yargıya kapılmaya başladım bile. HBO dizi konusundaki başarısını film konusunda gösterebildiği herhangi bir filme rastlayamadım. En yüksek reytinge sahip olan biyografik HBO filmi gördüğüm kadarıyla da Temple Grandin; ancak filmi henüz izlemedim.

Film ilgi çekici bir şekilde başlıyor. Harvey Pekar'ın sıradan bir memur çalışanıyken, çizgi roman hikayesi yazan birisine dönüşmesini, American Splendor isimli çizgi romanının yaratıcısı olmasını anlatıyor. Filmin gidişatı da çizgi roman şeklinde oluyor. Sonrasında gelişen olaylar, özel hayat gibi unsurlarla birlikte film garip ve sıkıcı bir hâl alıyor ya da en azından benim için böyle oldu. Ayrıca film belgesel mi, yoksa film mi belirsiz bir yanı var; çünkü filmin içinde Harvey Pekar'ın kendisi de var. Yer yer araya giriyor ve kurguda kopukluğa sebep oluyor. Anlatıcı olarak yer alsaydı sadece daha iyiydi.

Harvey Pekar'ın hayatı çok ilginç bir şekilde işlenmiş, bizzat kendisinin de yer alması olmamış aslında. Hele eşiyle tanışma hikayesi son derece ilginç, hasta olduğu açıklanması da ilginç. Yani her şey kesik kesik, belgesel gibi, duygu yok gibi bir şey. Bilmiyorum belki bana öyle geldi. Sıkılarak izledim ve zor bitti. Biyografik filmi bazı yönetmenler vardır üst düzey yapar, Milos Forman gibi mesela. Bu filmi o çekmiş olsaydı, belki daha farklı olurdu. Tabii bir televizyon filmi olduğunu da unutmamak lazım. Çizgi roman şeklinde gitme fikri iyiydi ama keşke o işleniş içerisinde daha iyi bir şekilde verilseydi. İyi bir film potansiyeli var gibiydi ama bence olmamış. Film için iyi olarak sayabileceğimiz, filmin çizgi roman şeklinde ilerlemesi diyebilirim. Onun dışında sıkılarak izledim.

3/10
 
  • Beğendim
Reactions: bazinga

Araf

Emekli
Katılım
25 Temmuz 2011
Mesajlar
38,599
Reaksiyon puanı
23,220
Puanı
1,060
Konum
Aydın

Full Metal Jacket, dünyaca ünlü yönetmen Stanley Kubrick'in senaryosunu hem yazdığı, hem yönettiği, hem de yapımcılığını sütlendiği savaş karşıtı bir film. Savaş filmleri arasında önde gelen filmlerden birisi.

Filmde Amerikan ordusunun Vietnam savaşından önce bir grup askeri nasıl eğittini görüyoruz. İlk 45 dakika boyunca eğitim ön plana çıkıyor ve Pyle üzerinden dönüyor film o sırada. Geri kalan ilk 45 dakika boyunca yer alan Joker karakterinin savaş muhabiri olarak karşımıza çıkmasıyla devam ediyor ve bu kez kameralar Vietnam'a çeviriliyor. Savaş muhabiri Joker üzerinden savaş ve barış üzerinden zıtlıklar dikkat çekilmeye çalışılıyor ve yerinde tespitler de mevcut. Film savaşı hem yaşatırken, hem de savaşı sorgulatıyor. Bu arada filmin büyük bir bölümü İngiltere'de çekilmiş.

8/10
 
  • Beğendim
Reactions: bazinga

Araf

Emekli
Katılım
25 Temmuz 2011
Mesajlar
38,599
Reaksiyon puanı
23,220
Puanı
1,060
Konum
Aydın

The Square, Force Majeure filmiyle adından söz ettiren Ruben Östlund'un yazıp yönettiği İsveç yapımı bir film. Ruben Östlund'ın filmini Force Majeure filminde olduğu gibi, bu filmini de sevemedim. Hatta bu kez daha da sıkıcıydı ve daha da uzundu. Tamam anlatılan konu ilgi çekici ama işleniş şekli bana göre sıkıcıydı.

Stockholm'de modern bir müzede çalışan Christian'ın projelerinden birisi de The Square'dır ve filmin büyük bir bölümü de bunun üzerine dönüyor. Bir de Christian'ın eşyalarını kaptırmış olması sonrası gelişen olaylar ve de Anne ile olan ilişkisi. Film bu üçlü üzerinde dönüyor genel olarak ve insanların statüsü üzerine göndermeler de yapılıyor. Tabii bence sıkıcı bir üslupla anlatıldığı için sıkılarak izledim ve bu da filmin yönetmenin tarzını sevmememle alakalı olsa gerek.

5/10
 
  • Beğendim
Reactions: bazinga

Araf

Emekli
Katılım
25 Temmuz 2011
Mesajlar
38,599
Reaksiyon puanı
23,220
Puanı
1,060
Konum
Aydın

The Square, Force Majeure filmiyle adından söz ettiren Ruben Östlund'un yazıp yönettiği İsveç yapımı bir film. Ruben Östlund'ın filmini Force Majeure filminde olduğu gibi, bu filmini de sevemedim. Hatta bu kez daha da sıkıcıydı ve daha da uzundu. Tamam anlatılan konu ilgi çekici ama işleniş şekli bana göre sıkıcıydı.

Stockholm'de modern bir müzede çalışan Christian'ın projelerinden birisi de The Square'dır ve filmin büyük bir bölümü de bunun üzerine dönüyor. Bir de Christian'ın eşyalarını kaptırmış olması sonrası gelişen olaylar ve de Anne ile olan ilişkisi. Film bu üçlü üzerinde dönüyor genel olarak ve insanların statüsü üzerine göndermeler de yapılıyor. Tabii bence sıkıcı bir üslupla anlatıldığı için sıkılarak izledim ve bu da filmin yönetmenin tarzını sevmememle alakalı olsa gerek.

5/10
Bu yoruma @Dosi'yi etiketlemeyi unutmayalım. Film bu arada @Dosi'nin memleketi Gothenburg'ta çekildi ya da Göteborg diyelim. :D

Hatta yönetmen Ruben Östlund da memleketlisi.

1626857045935.png
 
  • Beğendim
Reactions: Dosi

Dosi

Süper Mod.
Katılım
10 Mart 2015
Mesajlar
85,157
Reaksiyon puanı
107,776
Puanı
1,060
  • Güldürdün
Reactions: Araf

Araf

Emekli
Katılım
25 Temmuz 2011
Mesajlar
38,599
Reaksiyon puanı
23,220
Puanı
1,060
Konum
Aydın
Puanın soğuttu :A
İzlemedim filmi. İsveç sinemasına fazla hakim değilim. En son senin önerdiğin Tenis filmine bakmıştım.
Göteborg isveçcesi. Diğeri ingilizce :A
En azından filmi kendi diliyle izlemiş olursun. Benim puanım yine iyi, @bazinga'nın puanı 4'tü. Belki biz sevmemişizdir filmi de, sen seversin. :A
 
  • Güldürdün
Reactions: bazinga and Dosi

Araf

Emekli
Katılım
25 Temmuz 2011
Mesajlar
38,599
Reaksiyon puanı
23,220
Puanı
1,060
Konum
Aydın
bazinga 4 vermişse o iş yaş ozaman :A onun puanlarına yakın oluyorum genelde ve en fazla 2 fazla oluyor. 6 puanda az :A
Arada bir fark var, o da İsveç'te yaşamıyor oluşumuz. Sen bizzat o ülkenin havasına ciğerine teneffüs ediyorsun, sokakklarında geziyorsun, sosyolojik açıdan neyin ne olduğunu biliyorsun ve o ülkenin dilini konuşuyorsun, hatta o ülkeyi geçtim, o şehrin sokaklarında gezmişliğin de var. Bize bu bütün detaylar yabancı. :D
 
  • Beğendim
Reactions: Dosi

Dosi

Süper Mod.
Katılım
10 Mart 2015
Mesajlar
85,157
Reaksiyon puanı
107,776
Puanı
1,060
Arada bir fark var, o da İsveç'te yaşamıyor oluşumuz. Sen bizzat o ülkenin havasına ciğerine teneffüs ediyorsun, sokakklarında geziyorsun, sosyolojik açıdan neyin ne olduğunu biliyorsun ve o ülkenin dilini konuşuyorsun, hatta o ülkeyi geçtim, o şehrin sokaklarında gezmişliğin de var. Bize bu bütün detaylar yabancı. :D
Tanıdığın yerler çıktığında ayrı bir keyif oluyor gerçekten. Şu filmde çok olmasada İsveççe ve şehirden kısa görüntüler ayrı bir tad vermişti.
Borg vs McEnroe (1 saat 48 dakika)


@Araf 'ın önerisi ile ben ve @Tolstoyevski izledik ve izlerken yorumladık. Şimdide buraya yorumumu yazayım.
1980li yılları anlatan İsveçli tenisçi Björn Borg'un hayatını anlatıyor. John McEnroe ile olan mücadelesini anlatan filmin özellikle son yarım saati çok iyi. Harika bir tenis mücadelesi izliyoruz. Hem Björn hem de John'un çocukluğunuda izliyoruz. Filmin müzikleri güzel fakat bazen çok yüksek ses çıkıyordu ve kulaklıkla izlediğim için rahatsız etti. Zaman zaman durgun ve sıkıcı kısımları da oldu.
Eskiden çok tenis izleyen biri olarak konusunu ilk duyduğumda izlemek için tereddüt etmedim ve son yarım saat beni tatmin etti.
Aslında film sadece tenis değil, insanların değişiminide anlatan bir film ve gerçek hayatı anlatan bir film oluşuda ayrı bir tat kattı. .Björn agresif bir çocukmuş ama doğru kişilerin desteği ile istediği yolda ilerlemiş. Filmde John ve Björn'ün birbirini sevmediği net ama sonra çok iyi arkadaş olmuşlar. Beni şaşırtan kısım Björn'ün 26 yaşında tenisi bırakmış olması. Başarılı birinin çok erken bırakması şaşırttı. Filmin çoğunluğu İsveççeydi.

7.5/10
 
  • Beğendim
Reactions: Araf

Araf

Emekli
Katılım
25 Temmuz 2011
Mesajlar
38,599
Reaksiyon puanı
23,220
Puanı
1,060
Konum
Aydın
Tanıdığın yerler çıktığında ayrı bir keyif oluyor gerçekten. Şu filmde çok olmasada İsveççe ve şehirden kısa görüntüler ayrı bir tad vermişti.
Bir Force Majeure, bir de The Square var İsveçli yönetmenin en meşhur iki filmi. Deneyebilirsin. @bazinga'yı ve beni etiketlemeyi unutma izlersen. :A

İsveç sinemasında izlemelere devam etmeyi düşünüyorum zaten. En büyük ustanız Bergman'ın filmleri başta olmak üzere tabii ki. Hatta birlikte de izleyebiliriz, @Tolstoyevski de dahil olur. Şöyle bir eskilere gideriz, hatta filmden kiyasla zamanın İsveç'i ile, günümüz İsveç'ini anlatırsın. :D
 

Araf

Emekli
Katılım
25 Temmuz 2011
Mesajlar
38,599
Reaksiyon puanı
23,220
Puanı
1,060
Konum
Aydın

Hadi Be Oğlum, Bora Egemen'in ilk uzun metrajlı filmi. Filmin hikayesi, "arkadaşım arkadaşım" repliğiyle tanıdığımız Fırat Parlak. Filmin konusu deniz işletmeciliği yapan Ali'nin, küçük oğlu Efe ile yaşadığı hayatı konu alıyor. Efe'nin diğer çocuklardan farkı ise, konuşamaması, hatta insanın yüzüne bile bakamaması. Ali, oğlu ve babasıyla yaşarken bir anda oğluna hayata tutunacak bir müzik çıkagelir.

Aslında iyi bir şekilde işlenmiş olsa, ortaya iyi bir film çıkabilirdi ama hep bir şeyler eksik, hep bir şeyler boşluklu. O eksik şeyler yüzünden filme dahil olmak da tam anlamıyla mümkün değil. Müzikle sürekli olarak dramatize edilmeye çalışılan bir şey var ki, bu da filmden koparılan bir diğer etken.

Ali ile Leyla ilişkisinin gösteirlmesi faciaydı. Hiç gösterme, sözde kal daha iyi. Böyle olunca Efe'nin nasıl doğduğu, nasıl bu hale geldiği gibi detayların hepsi havada kalıyor. Yedi yılı "dan" diye geçirdiler, orası zaten boşluklu.

Tekneyi tutmak için geliyorlar, adam çocuğun konuşmadığını görüp kaçıp gidiyor, Ali de duyuyor kavga ediyor. Bu sahne aşırı şeklide yapaydı. Polis gidip Ali'ye kağıt imzalatmak için de yanına gidiyor. Polisin işi gücü yok, bununla mı uğraşacak? Bu ayrı komiklik olmuş. Haşmet karakterinin zaten hayatını kaybedeceği başından belliydi, genelde böylesi bir karakter hayatını kaybediyor ve film boşluğa düşüyor.

Feridun Düzağaç'ın karakteri yapaylık katsa da filme, son sahneler iyiydi. İyi işlenmiş olsa ve çok fazla dramatize edilmeden aktarılmış olsa, iyi bir film çıkabilirdi ortaya. Film için artılar Kıvanç Tatlıtuğ'un oyunculuğu ve son sahnelerdi diyebilirim kısacası ama genel olarak bence olmamış bir film.

4/10
 
  • Beğendim
Reactions: bazinga

Araf

Emekli
Katılım
25 Temmuz 2011
Mesajlar
38,599
Reaksiyon puanı
23,220
Puanı
1,060
Konum
Aydın
@bazinga'nın en sevdiği yönetmen olan Guy Ritchie'nin 1998 yapımı olan Lock, Stock and Two Smoking Barrels filmini izliyordum ama 15 dakika civarı izleyebildim. Film izleyecek havamda değilim bugün pek, bugünlük film limitimi doldurdum diyelim. @bazinga'ya özel en sevdiği yönetmeninin filmine yarın yorum yapacağım izleyip. :A
 
  • Güldürdün
Reactions: bazinga

bazinga

Admin
Katılım
1 Şubat 2007
Mesajlar
93,001
Reaksiyon puanı
49,676
Puanı
1,060
Konum
İstanbul
Web Sitesi
izleryazar.com
@bazinga'nın en sevdiği yönetmen olan Guy Ritchie'nin 1998 yapımı olan Lock, Stock and Two Smoking Barrels filmini izliyordum ama 15 dakika civarı izleyebildim. Film izleyecek havamda değilim bugün pek, bugünlük film limitimi doldurdum diyelim. @bazinga'ya özel en sevdiği yönetmeninin filmine yarın yorum yapacağım izleyip. :A
Oo müthiş filmlerinden biridir. :A 3 mü 4 mü ne vermiştim sanırım. :A
 
  • Güldürdün
Reactions: Araf