Öncelikle kendimi bildim bileli, tam olarak izleyip hatırlayacağım dedim ilk Charlie Chaplin filmi. Şunu söyleyebilirim adam gerçekten hariika bir kişilik, normalde eski yapım filmleri pek izlenesi bulmam gerçi bu film tüm tarihi yansıtan birşey olup çıkmış, filmi izleme sebebim youtube otomatik oynat kısmından şans eseri filmin final konuşmasını izlemiş olmam. Ve abartmıyorum oyun oynar 7-8 defa açıp dinledim o 5 dakikalık kısmı, acayip iyi konuşuyor. Hitlerin o herkesi gaza getiren konuşmaları olur ya ondan alta kalır yanı yok ve gerçekten güzel sözlerle oluşturulmuş.
Filmde şöyle bir gerçek vardı, eğer bu film Chaplin imzası olmasa farklı bir gözle bakardım, Nazi almanyasını küçümser, kendi ingilteresini, abdsini, fransasını herneyse büyütmeye çalışan fakat. Fakat izlerkende durdum bir ara gerçekten bunu düşündüm sonrasında ise Chapli'in kişiliği aklıma gelince, filme koyulan o sahnelerin ne kadar ince seçilmiş ve insanlık açısından ne kadar doğru şeyler olduğunu anladım.
Ve işin komedi kısmı, abi abartmıyorum ben kahkaha attım bazı sahnelerde, gerçekten alkışlanası bir absürtlük vardı. Filmin 1940'da yapılmış olması ve bu kadar zengin olması çok ilginç geldi bana gerçekten en az bi 1980 vardır diye düşünmedim değil.
Filmin tek kötü yanı final kısmına geçerken -Avusturya sahnesi etrafı- sanki biraz gereksiz uzaltılmıştı, bir 20 dakika kırpılabilirdi gibi geldi.
Bu filmi izlemesek çok şey kaybederiz diye düşünüyorum.
Directed by Martin Scorsese. With Leonardo DiCaprio, Cate Blanchett, Kate Beckinsale, John C. Reilly. A biopic depicting the early years of legendary Director and aviator Howard Hughes' career from the late 1920s to the mid 1940s.
www.imdb.com
Dört filmlik Scorsese & DiCaprio işbirliğinin izlemediğim tek filmiydi ve nihayet izleyebildim. Öncelikle Shutter Island > The Wolf of Wall Street > The Aviator > Gangs of New York sıralamasını yapayım da rengimiz belli olsun.
Gangs of New York'u hiç sevmemem sonrası bu filmi de kağıt üzerinde ona çok benzettim ve açıkçası izlemekten baya korktum ama geçen gün @gundix123 hatırlatmışken izleyeyim dedim.
Beklediğimden çok daha iyi bir film çıktı. Howard Hudges gerçekten çok ilginç ve önemli bir isimmiş. "Hell's Angels" filmini de merak etmedim değil.
Scorsese efsane yönetmen falan tamam da her filmi 3 saat yapma hastalığını sevemiyorum. Bu filmde de elinde çok malzeme varmış ama yer yer epey sıkıcılaştı film. Bence en azından yarım saatini çok rahat kırpabilirmiş. Neyse yine de çok yorucu bir üç saat değildi, sadece daha akıcı olabilirken olmamış olması filmin puanından düşürüyor ister istemez.
DiCaprio'nun Oscar adayı olup da izlemediğim son filmiydi aynı zamanda. Her filmi sonrası aynı şeyi söylemekten bıkmıyorum, DiCaprio harika bir oyuncu. Burada da devleşmiş, mükemmel oynamış. "Ray" filmini izlemedim ama Jamie Foxx'un herhangi bir rolle DiCaprio'nun bu performansından daha iyi olacağını hiç sanmıyorum. Büyük ihtimal o yıl da hakkını yemişler...
Cate Blanchett çok sinir bozucu bir karakteri canlandırmış bence, filmden soğuma sebebiydi ama oyunculuk olarak harikaydı ve Oscar'ı hak etmiş.
Neticede izlemeye değer, iyi bir film ama daha iyisi de mümkünmüş Scorsese'nin 3 saat inadı olmasa.
Ne filmdi be! Yüz yıl sonra bile hatırlanacak bir klasik.
Hayatımda izlediğim açık ara olmasa da , net bir şekilde en uzun film oldu. Ama 3 saat 50 dakikalık süresine rağmen tek partta izlenecek düzeyde bir klasik. Maalesef zamanım olmadığı için 4 e bölüp izledim. Her şeyiyle destansıydı.
Yılına göre pek rakibi olmasa da aldığı 10 Oscarı tamamen hak ediyor. Günümüzde çekilse yine bu kadar Oscar alırdı.
Scarlet... Ben böyle bir oyunculuk görmedim! Açık ara hayatımda izlediğim gelmiş geçmiş en iyi kadın oyunculuğuydu! İnanılmaz bir şey! Resmen rol yapmamış, yaşamış o rolü. Mimikler, sesi, gülüşü, duygusal ifadeleri, gerçelçiliği...
Clark Gable... Bir başka efsanevi oyunculuk daha. Hollywood'ın karizmatik efsanelerin başında geliyor kesinlikle. Günümüzdekiler oyunculuksa bunlarınki nedir?
Ve tabi Dadı rolünü oynayan kadın da çok iyiydi. Yardımcı kadın Oscarını hak etmiş. Hem de o zamanlar Amerika'daki siyahi ırkçılığına rağmen.
Roman çok uzun olduğu için okumadan izledim. Belki romanı daha etkileyiciydi bilemem ama filmi de kesinlikle çok başarılı. Dönemin iç savaşının yıkıcı etkisi, sosyeteye etkisi ve o zor günlerde geçen dramatik bir romantik hikaye.
Bu filmi sadece senaryo için izlerseniz filmin vermek istediğini göremezsiniz. Çünkü öyle bir film ki, yalnızca izlenir. Anlatılacak bir tarafı yok. Senaryosu için değil, Sinematik değeri için izlenir. Filmin amacı da etkileyici bir hikaye değildi zaten. O hikayeyi destansı bir şekilde aktarmak.
Müzikler, yönetmen, kurgu, oyunculuk, teknik ekip... Her biri çok başarılı.
Ömrümde Melenie karakteri kadar iyi bir karaktere rastlamadım. Resmen melek gibiydi.
Bonnie nin ölmesine içim gitti. Keşke olmasaydı o olay. Ayrıca filmin sonu da kötü bitti. Resmen terk etti kadını.
Son olarak bu filmin Yeşilçamı baya etkilemiş olduğu da gözden kaçmayacak bir detay.
Ve nihayet Eylül ayı boyunca sürecek Yerli Film festivalinin ilk açılışını yaptım. Tam beklediğim gibi bir film çıktı, ne yüksek ne düşük. Tam tadımlık bir bağımsız film.
Kesinlikle aile ortamında izlenecek düzeyde değil. Hatta mümkünse tek kişi izlenmeli. Türklerin de böyle cesur işler yapabildiğini görmek sevindirici bir şey ama tabi o zamanki hükümet baskıcı değildi şimdiki gibi.
90'ların yeraltı İstanbul'unun Laleli ve çevresindeki denizde gelişen son derece realist bir film. Şunu anladım ki Laleli'yi işim düşmedikçe hiç gitmesem bir şey kaybetmem. Tabi bu filmin devamı sayılan Laleli'de Bir Azize'yi de izlemek lazım bir ara, filmin arka planını görebilmek için.
Erkan Can müthiş oyunculuk yapmış. Resmen aşmış götürmüş filmi. Böyle bir performans ABD'de olsa net bir şekilde Oscarı alır.
Filmdeki küfürler de filmin önemli unsurları. Bence onlar da tam tadındaydı ve yapmacıktan uzak bir şekilde gerçekçiydi.
Kesinlikle klasik bir film. Tam toplumcu gerçekçi yapıda, dönemin koşullarını ve o dönemin taşrasındaki susuzluk, kadınsızlık, vicdan, merhamet, ağalık ve kapitalizm gibi sorunları çok iyi şekilde incelemiş başarılı bir çalışma. Yeşilçam filmi deyince aklıma genelde ağlamalı mağlamalı aşk filmleri gelirdi. Demek ki böyle ender yapımlar da varmış.
Martin Scorcese bu filmi boşuna restore ettirmemiş. Gerçekten Türk Sinemasının yapıtaşı filmlerinden.
Hülya Koçyiğit'in gençliği ayrı güzelmiş. Erol Taş'da dendiği gibi tam kötü adam tipinde. Taş yürekli herif. Genel olarak oyunculuklar taşra filmi düzeyindeydi, bir de 1960 ların Türkiye'sini göz önünde bulundurunca söyleyecek pek bir şey kalmıyor.
Film boyunca devam eden saz eşliğinde arkaplan müzik de filmin temasına çok uymuş. Velhasıl çok iyi bir filmdi.
Erol Taş ın oynadığı karakter ne vicdansızdı öyle? Kardeşinin hapisten çıkıp intikam alması iyi oldu. Tam tamına Monte Kristo Kontu'dan esinlenilmiş ama yeşilçam usulü değiştirmişler.
Müthiş replikleri olan müthiş bir film. Bu filmi yapanlara helal olsun. Her bir oyunculuk da müthişti. Ferhan Şensoy, Rasim Öztekin ve Ali Çatalbaş çok iyi performans göstermişler. Sistem eleştirisini kara mizah yoluyla şahane bir şekilde yapmışlar. İyi ki izlemişim.
Uzun süre unutulmayacak replikleri vardı. Ve tabi müzikleri bir başka güzeldi.
İlk cümleyi başta anlayamadım ama şimdi anladım, tamamdır zaten spoiler vermemeye çalışıyorum ama bence de izleyip okumak daha iyi. Tabi Gemide gibi filmleri uygun ortamda izlemek gerek, onu belirteyim.
İlk cümleyi başta anlayamadım ama şimdi anladım, tamamdır zaten spoiler vermemeye çalışıyorum ama bence de izleyip okumak daha iyi. Tabi Gemide gibi filmleri uygun ortamda izlemek gerek, onu belirteyim.
İlk Ingmar Bergman filmim olan The Seventh Saul'u izleyeli kısa bir süre oldu. Aynı yıl çekilen kardeş filmini de izledim. Yalnız bu filmle gördüm ki Ingmar Bergman ile ritmimiz uyuşmadı.
Aslında öyle çok ağır, sıradışı bir anlatımı da yok ama filmleri beni içine çekemiyor. Evet adam filmleri felsefe yapma aracı olarak kullanıyor o nedenle felsefe sevenler için bulunmaz bir nimet olmalı filmleri. Fakat benlik değil. Bundan sonraki Ingmar Bergman filmlerini olabildiğince ertelemeye çalışacağım, tıpkı Akira Kurosawa filmleri için dediğim gibi.
Bu filmde ölümü daha farklı bir açıdan ele almış Bergman. Isak amca da epey iyi oynamış ama öyle işte.
Paul Thomas Anderson kendine has bir tarzı olan ve çokça hayranı bulunan bir yönetmen. Açıkçası bu izlediğim ilk filmi sayılır. Inherent Vice da var ama onda çok sıkılıp yarıda bırakmıştım. O yüzden bu filmden de endişeliydim. Hem 3 saat süresi hem de PTA sebebiyle. Ama Tom Cruise olduğu için bu filmi izlemeliydim ve filmi beğendim.
Film Crash tarzı çok karakterli farklı olayların anlatıldığı filmlerin öncüsü. Aslında bu tekniği ilk olarak Pulp Fiction'da gördük sayılsa da orada kurgu biraz daha farklıydı. Bu filmde de karakterlerin kesişmeleri var ama bu bazı karakterlerde fiziksel kesişmeden ziyada duygusal anlamdaki kesişme. Bunu zaten karakterlerin aynı şarkıyı söyledikleri sahneden de anlayabiliyoruz.
Filmi aslında şu replik özetliyor:
"Bizim geçmişle işimiz bitse bile geçmişin bizimle işi bitmez."
Sonu ise çok ilginçti. Kimine çok saçma gelebilir ama bence güzeldi.
Oyuncuların hepsi çok iyiydi. Julianne Moore, Philip Seymour Hoffman, John C. Reilly gibi iyi oyuncular var kadroda. Ama filmin en iyisi tabii ki Tom Cruise. Bu rolle o yıl Oscar'a aday olmuş ama alamamış.
Son dönemde izlediğim yerli filmleri sürekli göklere çıkarmam belki abartı gözükebilir; ama cidden bunlar övgüyü hak ediyor yahu! Bu belli başlı klasikleri istemesem de kötüleyemem. IMDB Top 50 yi izlediğim sıralar kendimden geçiyordum zevkten. Her biri mükemmeldi. Klasik Türk filmleri de şuana kadar yerli klasmanında aynı etkiyi veriyor.
Piyasada tam sürümü çok kötü görüntüdeydi, 360 p ama iğrenç bir kalite. Restorasyonlu hali ise 720p ve mükemmel hd kalite. Ancak restorasyonlu sürümde 20 dk eksikti. Bir seçim yapmak zorunda kaldım ve mevburen restorasyonluyu seçtim. Çünkü gerçekten izlenebilecek düzeyde değildi eski hali.
Kesinlikle son zamanlarda izlediğim en iyi filmlerden! Gerek Şener Şen gerek Uğur Yücel harika! Ama Şener Şen daha harika.
Çok samimi ve sıcacık bir hikaye. İç burkucu. 80'ların Türkiye gerçeğini ve belli başlı sorunları (Arabesk, Batı hayranlığı vb. gibi) ustaca anlatmış Yavuz Turgul.
Filmde gelişen olaylar da, diyaloglar da çok çok iyiydi.
Adam o kadar emek verdi, onun için hapse bile düştü. Sonuç? Nankörlük.
Çok uzun yazmaya gerek yok, anlatılmaz izlenir bir film.
Zeki Demirkubuz'un izlediğim ikinci filmi oldu. İzlediğim ilk filmi olan Masumiyet'in de bu filmin içinde izleniyor olması ilgi çekici bir detaydı.
Zeki Demirkubuz izleyiciyi bağlamayı başarabilen bir yönetmen. Masumiyet'te olduğu gibi burada da filme bağlanmada hiç sıkıntı çekmedim. Toplumdan kopmuş sorunlu bir adamın kendisiyle ve toplumla mücadelisini anlatıyor film. Şahsen kendimi Muharrem'in yerine koymakta pek zorlanmadım. Hem yönetmen başarısı hem de Engin Günaydın'ın harika oyunculuğu karakterle rahatlıkla ilişki kurmamızı sağlamış.
Masadaki Serhat Tutumluer, Serkan Keskin ve Murat Cemcir'le olan sahneler unutulmayacak.
Tabii ki uluma olayı da, o neydi öyle sahiden.
Nihal Yalçın'ın da çok iyi bir performans gösterdiğini belirteyim. Neticede iyi film ama daha iyi vermiyorsam senaryosundandır.
Bu arada bir tane Türk filmi izledim @Tolstoyevski'nin seçkisinden. Ona da yarın akşam değiniriz.
"Ben hasta bir adamım...Gösterişsiz , içi hınçla dolu bir adamım ben. Sanıyorum, karaciğerimden hastayım.Doğrusunu isterseniz, ne hastalığımdan anladığım var,ne de neremin ağrıdığını tam olarak biliyorum"
Engin Günaydın ın gerçekten de olağanüstü performans gösterdiği film olmuş. Hele oteldeki o bağırma sahnesi, bağırdığında sesinin çatalaşması filan neydi öyle? Helal olsun resmen karakteri yaşamış adam.
Bu arada bu filmin listeye girmesinin nedeni ödül ve övgülerlerden ziyade, Fyodor Dostoyevski'nin başyapıtı Yeraltından Notlar romanından uyarlanmış olması. Ki konu olarak da değil, baya baya büyük ölçüde aynı. Ancak Demirkubuz belli başlı modern değişiklikler yapmış, ve tabi Muharrem karakteri ile Dosto'nun karakteri arasında ince farklılıklar var. Ama yine de olay örgüsü bakımından büyük ölçüde sadık kalınmış.
Aslında romandan bağımsız değerlendirdiğimizde de fena iş değil. Ancak belli başlı tutuklukları vardı filmin,
Uzun süreli bakışlar, son sahnenin oldukça başarısız olması gibi.
Yemek sahnesi gibi efsanevi sahneler de vardı. Muharrem in kalkıp uzun hava çalması...
Elbette tüm bu olay örgüsü de kitapta geçiyordu üstelik daha etkileyiciydi ve daha iyiydi.
Hazır yeri gelmişken, filmi beğendiğine göre Yeraltından Notlar kitabını da her türlü öneririm, üstelik ince bir kitap. Ama çok etkileyici. Filmin asıl ruhu o kitapta işte.
Romana büyük ölçüde sadık kalınmış olsa da, yer yer direkt aynı diyaloglar olsa da, ve zaman zaman o tadı verse bile yine de romanın tadını asla yakalayamamış. Daha iyisi olabilirdi ama daha iyisi yapılana kadar (ki yapılmasını da pek istemem) en iyi Dosto uyarlamalarından biri olacaktır. Kitaptaki ya da filmdeki kahramana ben de kendimi yakın hissettim, özellikle ikiyüzlülük, yapmacıklık, yalakalık gibi konular hakkında verdiği nutuk kısmı çok iyiydi ve o da direkt olarak kitaptan alınmaydı.
Bunun dışında, o meşhur uluma sahnelerini tam anlayamadım. Hatıtladığım kadarıyla kitapta böyle bir olay yok. Hatta kitaptaki adam hastalıklı bir adam ama böbreği filan ağrıyor. Filmdeki gibi akıl hastası değildi tam olarak.
Bir de, gerçekten Burhan Altıntop her daim dışlanmış yahu.
Heralde Engin Günaydın ın seçilmesinde Burhan Altıntop faktörü büyük.
yemeğe kendini zorla davet ettirme yüzsüzlüğü sahnesi de çok başarılı uyarlamaydı. Yan 4 karakter yani Muamrrem in çocukluk sınıf arkadaşları da olduğu gibi aynı. Ama filmin en büyük başarısı yemek sahnesi idi kuşkusuz, ah bir de hayal olmasaydı o güzelim konuşmalar.
""Aslında benim ne istediğimi biliyor musun? Hepinizin canı cehenneme! Rahatlık, sakinlik istiyorum! Kendi huzurum için bütün dünyayı beş paraya satarım ben. Beni kıyametin kopmasıyla çaysız kalmam arasında bir seçime zorlasalar, dünyanın batmasını umursamaz, çayımdan vazgeçmeyeceğimi haykırırdım."