En Son İzlediğiniz Film? 🎞

Tolstoyevski

Emekli
Katılım
14 Temmuz 2014
Mesajlar
24,283
Reaksiyon puanı
39,933
Puanı
1,061
Yaş
27
Konum
Gökteki Yıldızlar ✨✨
Web Sitesi
www.ataturkungencligehitabesi.com

MV5BYWYwMjMxZWQtMzQ3OS00YWNhLThkNDItYTk4NDdhZDE4ZTEzXkEyXkFqcGdeQXVyODU5MDg5OTY@._V1_.jpg


Bu kadar geç izlemiş olduğuma şaşırdığım "çikolata gibi" bir filmdi. Başından sonuna dek sıcak öyküsü ve sürükleyiciliği, tıpkı Amelie tadında kalitesi ve muhteşem müzikleriyle çok keyifli bir tat bıraktı.

Bence çikolata üzerine yapılmış gelmiş geçmiş en iyi film olabilir. Charlie'nin Çikolata Fabrikası filan bunun yanında çikolata konusunda sönük kalıyor resmen. Öyle ballandıra ballandıra çikolata şov yapıyor ki film... Hazır Netflix'te varken @The_Erinch çikolatasever olduğun için kesin seversin bu filmi...


Juliette Binoche ve Trinity resmen güzellikleriyle damga vurmuşlar filme. Filmin en önemli yanlarından biri de müzikleriydi ve şu müziği bu filmi izlemeden önce bile sık sık dinliyordum



Tam soğuk kış günlerinde battaniyeyi üste atıp yanına sıcak çikolata alıp izlemelik bir film aslında. Önümüzdeki kış bu olayı yapabilirim tekrar izleyerek. İnsanın içini ısıtan filmlerden biri. Masalsı bir anlatımı olması da çok hoş, hele o rüzgar detayları resmen izlerken hissediyor insan.


8.6
 
  • Beğendim
Reactions: Araf and bazinga

bazinga

Admin
Katılım
1 Şubat 2007
Mesajlar
93,049
Reaksiyon puanı
49,711
Puanı
1,060
Konum
İstanbul
Web Sitesi
izleryazar.com

Chocolat (2000)

2000'lerde Oscar adayı olmuş nadir izlemediğim filmlerden biriydi. Netflix'e geldiğini görünce hemen atladım.

Lasse Hallström genel olarak sevdiğim bir yönetmen. Çok soft ve herkese hitap edecek tatlı filmler yapıyor. Bu filmin adı bile tatlı olmuş...

Filmin ana teması hoşuma gitti. Muhafazakar bir köye yerleşen ateist bir kadın ve ona karşı cephe alan köylü halkı... Bunun yanında kadın dayanışması ve zorluklara boyun eğmeyen kadın başrolümüz de hikayenin diğer boyutu...

Buraya kadar her şey olumlu. olsa da hikayenin gidişatı bence daha iyi olabilirdi. Olay örgüsü beni çok kendine bağlayamadı. Johnny Depp'in karakteri çok silik kalmış, hikayeye neredeyse hiç katkı sunamamış. Süresi de bence içeriğine göre fazla uzundu.

Yaratılan köy atmosferi, sevimli müzikleri ve muhteşem çikolata görüntüleriyle akılda tatlı bir yer tutacak olsa da çok daha iyi olabilecekken olamamış bir film bana kalırsa...

6.5/10
 

Araf

Emekli
Katılım
25 Temmuz 2011
Mesajlar
38,599
Reaksiyon puanı
23,220
Puanı
1,060
Konum
Aydın

The Silence of the Lambs, Jonathan Demme'in yönetmenliğini üstlendiği, Thomas Harris tarafından yazılan romandan esinlenerek oluştulan ve Oscar 1992'ye damgasını vurmuş bir film. Bu filmde en iyi film ödülünün yanı sıra; en iyi erkek oyuncu, en iyi kadın oyuncu gibi ödüller de kazandı. Anthony Hopkins'in mükemmel performans sergilediği filmde çok fazla görünmemesine rağmen en iyi erkek oyuncu ödülü kazanması da ayrı mükemmel bir detay. Jodie Foster ise, daha 30'una bile girmeden Clarice Starling rolüyle ödülü kazanmayı başardı.

Filmde Clarice Starling karakterinin FBI stajyeri olarak başlayıp, Jack Crawford tarafından Buffalo Bill'i yakalamak adına Dr. Hannibal Lecter ile iletişime geçmesini istemesiyle başlıyor. Bu iki psikopat karakterle birlikte gerilim dolu sahneler de ortaya çıkıyor. Filmin müziği de gerilim dolu, filmin ağırlığı da.

Film her ne kadar iyi olsa da, yıllar önce izleyip sıkıldığım gibi, yine izlerken sıkıldım. Filmin ağır temposu elbette gerilim katıyor ama akıcı bir şekilde ilerlememesi, filmdeki sıkıcılığı artırıyor ya da benim açımdan böyle oldu. Sanırım yıllar sonra tekrar izlesem, yine sıkılırım ama bir yandan da başarılı gerilim sahnelerinin olduğunu söylerim ve Anthony Hopkins'in performansını da yine takdir ederim.

7/10
 

Tolstoyevski

Emekli
Katılım
14 Temmuz 2014
Mesajlar
24,283
Reaksiyon puanı
39,933
Puanı
1,061
Yaş
27
Konum
Gökteki Yıldızlar ✨✨
Web Sitesi
www.ataturkungencligehitabesi.com

Chocolat (2000)

2000'lerde Oscar adayı olmuş nadir izlemediğim filmlerden biriydi. Netflix'e geldiğini görünce hemen atladım.

Lasse Hallström genel olarak sevdiğim bir yönetmen. Çok soft ve herkese hitap edecek tatlı filmler yapıyor. Bu filmin adı bile tatlı olmuş...

Filmin ana teması hoşuma gitti. Muhafazakar bir köye yerleşen ateist bir kadın ve ona karşı cephe alan köylü halkı... Bunun yanında kadın dayanışması ve zorluklara boyun eğmeyen kadın başrolümüz de hikayenin diğer boyutu...

Buraya kadar her şey olumlu. olsa da hikayenin gidişatı bence daha iyi olabilirdi. Olay örgüsü beni çok kendine bağlayamadı. Johnny Depp'in karakteri çok silik kalmış, hikayeye neredeyse hiç katkı sunamamış. Süresi de bence içeriğine göre fazla uzundu.

Yaratılan köy atmosferi, sevimli müzikleri ve muhteşem çikolata görüntüleriyle akılda tatlı bir yer tutacak olsa da çok daha iyi olabilecekken olamamış bir film bana kalırsa...

6.5/10


MV5BYWYwMjMxZWQtMzQ3OS00YWNhLThkNDItYTk4NDdhZDE4ZTEzXkEyXkFqcGdeQXVyODU5MDg5OTY@._V1_.jpg


Bu kadar geç izlemiş olduğuma şaşırdığım "çikolata gibi" bir filmdi. Başından sonuna dek sıcak öyküsü ve sürükleyiciliği, tıpkı Amelie tadında kalitesi ve muhteşem müzikleriyle çok keyifli bir tat bıraktı.

Bence çikolata üzerine yapılmış gelmiş geçmiş en iyi film olabilir. Charlie'nin Çikolata Fabrikası filan bunun yanında çikolata konusunda sönük kalıyor resmen. Öyle ballandıra ballandıra çikolata şov yapıyor ki film... Hazır Netflix'te varken @The_Erinch çikolatasever olduğun için kesin seversin bu filmi...


Juliette Binoche ve Trinity resmen güzellikleriyle damga vurmuşlar filme. Filmin en önemli yanlarından biri de müzikleriydi ve şu müziği bu filmi izlemeden önce bile sık sık dinliyordum



Tam soğuk kış günlerinde battaniyeyi üste atıp yanına sıcak çikolata alıp izlemelik bir film aslında. Önümüzdeki kış bu olayı yapabilirim tekrar izleyerek. İnsanın içini ısıtan filmlerden biri. Masalsı bir anlatımı olması da çok hoş, hele o rüzgar detayları resmen izlerken hissediyor insan.


8.6

Aynı anda izlememiz ilginç tesadüf olmuş ama puan beklediğim gibi gerçi, renk-zevk meselesi biraz da :A

Johnny Deep'i ben de sönük buldum ama çok da önemi yok gibiydi, başrolü kadınlar oluşturuyordu çünkü...

@The_Erinch in puanını merak ediyorum. @Araf da 7 üstü verir :A
 
  • Beğendim
  • Güldürdün
Reactions: Araf and bazinga

bazinga

Admin
Katılım
1 Şubat 2007
Mesajlar
93,049
Reaksiyon puanı
49,711
Puanı
1,060
Konum
İstanbul
Web Sitesi
izleryazar.com
Aynı anda izlememiz ilginç tesadüf olmuş ama puan beklediğim gibi gerçi, renk-zevk meselesi biraz da :A

Johnny Deep'i ben de sönük buldum ama çok da önemi yok gibiydi, başrolü kadınlar oluşturuyordu çünkü...

@The_Erinch in puanını merak ediyorum. @Araf da 7 üstü verir :A
Evet bu filmi yorumlamaya girmiştim konuya senin yorumu görünce küçük şok yaşadım. :A Fakat normaldir Netflix'e yeni geldi, gündemde. :A
 
  • Güldürdün
Reactions: Tolstoyevski

The_Erinch

Favori Üye
Katılım
24 Kasım 2019
Mesajlar
21,294
Reaksiyon puanı
31,210
Puanı
1,060
Konum
Manisa
Aynı anda izlememiz ilginç tesadüf olmuş ama puan beklediğim gibi gerçi, renk-zevk meselesi biraz da :A

Johnny Deep'i ben de sönük buldum ama çok da önemi yok gibiydi, başrolü kadınlar oluşturuyordu çünkü...

@The_Erinch in puanını merak ediyorum. @Araf da 7 üstü verir :A
İzlediğimi hatırlıyorum ama bir F5 yapmam lazım.
 

Araf

Emekli
Katılım
25 Temmuz 2011
Mesajlar
38,599
Reaksiyon puanı
23,220
Puanı
1,060
Konum
Aydın

The Beat That My Heart Skipped, Jacques Audiard'ın yönetmenliğini üstlendiği bir Fransız filmi. Filmde Thomas Seyr, Paris'te bir emlak mafyasının üyelerindendir. Babasından izinden giden Thomas, istenmeyen kiracıları zorla evden çıkarmaya çalışır ve evleri ucuza kapatır. Bir yandan da bir yeteneği vardır, o da piyano çalmaktır. Onu da annesini kaybettiğinden beri elini sürmemektedir. Karşısına annesinin menajeri çıkınca ve demo yapmayı teklif edince hayatı bir anda değişmeye başlar.

Yönetmen filmi acelesi varmış gibi çekmiş. Kamera bile hızlı hareket ediyor, karakterler hızlı hareket ediyor, senaryo sanki bir anda gelişiyor hissi veriyor, karakterlerin geçişleri bile bir anda. Müzikal bir yanı var ama müzikal yanı da tam anlamıyla dolu dolu da değil.

Thomas Seyr'in bir anda annesinin menajerini görünce piyano aşkıyla yanıp tutuşması ilginçti. Müziği sevmesi kulaklıkla kendisini sürekli olarak müziğe vermesinden belliydi ama müziğe bir anda geçiş yapması ilginçti. Hani genelde müzik aletine küskün olur bir olaydan sonra bırakanlar ama karakter bir anda başlamak istiyor çalmaya.

Özel hayatında babasının sevgilisine sallıyor, babasına aynı zamanda yardım etmeye kalkıyor, babası olaylara karışıyor ve sonu kötü bitiyor. Thomas Seyr önce arkadaşının eşiyle ilişki yaşıyor, sonra da babasını döven adamın sevgilisiyle ilişki yaşıyor. Üstüne üstlük Vietnamlı, Çin'de (Pekin Üniversitesi) konservatuvar okuyan ve Paris'e sonradan taşınan Fransızca bilmeyen ve kendisine eğitim veren kızla da babasının hayatını kaybetmesinden sonra da evleniyor. Sonra kız tabii Fransızca da konuşmaya başlıyor, aradan iki yıl geçiyor ve Seyr babasının intikamını almaya çalışıyor, tam da eşinin konser verdiği sırada. Hiçbir şey olmamış gibi de devam ediyor o olaydan sonra.

Aslında iyi bir şekilde işlenmiş olsaydı eğer, belki iyi bir film olabilirdi. Potansiyeli vardı ama iyi bir konusunu, ilginç ve hızlı kurgusuyla pek de iyi geliştiremedi, iyi de bitiremedi bence.

5/10
 

Tolstoyevski

Emekli
Katılım
14 Temmuz 2014
Mesajlar
24,283
Reaksiyon puanı
39,933
Puanı
1,061
Yaş
27
Konum
Gökteki Yıldızlar ✨✨
Web Sitesi
www.ataturkungencligehitabesi.com

The Beat That My Heart Skipped, Jacques Audiard'ın yönetmenliğini üstlendiği bir Fransız filmi. Filmde Thomas Seyr, Paris'te bir emlak mafyasının üyelerindendir. Babasından izinden giden Thomas, istenmeyen kiracıları zorla evden çıkarmaya çalışır ve evleri ucuza kapatır. Bir yandan da bir yeteneği vardır, o da piyano çalmaktır. Onu da annesini kaybettiğinden beri elini sürmemektedir. Karşısına annesinin menajeri çıkınca ve demo yapmayı teklif edince hayatı bir anda değişmeye başlar.

Yönetmen filmi acelesi varmış gibi çekmiş. Kamera bile hızlı hareket ediyor, karakterler hızlı hareket ediyor, senaryo sanki bir anda gelişiyor hissi veriyor, karakterlerin geçişleri bile bir anda. Müzikal bir yanı var ama müzikal yanı da tam anlamıyla dolu dolu da değil.

Thomas Seyr'in bir anda annesinin menajerini görünce piyano aşkıyla yanıp tutuşması ilginçti. Müziği sevmesi kulaklıkla kendisini sürekli olarak müziğe vermesinden belliydi ama müziğe bir anda geçiş yapması ilginçti. Hani genelde müzik aletine küskün olur bir olaydan sonra bırakanlar ama karakter bir anda başlamak istiyor çalmaya.

Özel hayatında babasının sevgilisine sallıyor, babasına aynı zamanda yardım etmeye kalkıyor, babası olaylara karışıyor ve sonu kötü bitiyor. Thomas Seyr önce arkadaşının eşiyle ilişki yaşıyor, sonra da babasını döven adamın sevgilisiyle ilişki yaşıyor. Üstüne üstlük Vietnamlı, Çin'de (Pekin Üniversitesi) konservatuvar okuyan ve Paris'e sonradan taşınan Fransızca bilmeyen ve kendisine eğitim veren kızla da babasının hayatını kaybetmesinden sonra da evleniyor. Sonra kız tabii Fransızca da konuşmaya başlıyor, aradan iki yıl geçiyor ve Seyr babasının intikamını almaya çalışıyor, tam da eşinin konser verdiği sırada. Hiçbir şey olmamış gibi de devam ediyor o olaydan sonra.

Aslında iyi bir şekilde işlenmiş olsaydı eğer, belki iyi bir film olabilirdi. Potansiyeli vardı ama iyi bir konusunu, ilginç ve hızlı kurgusuyla pek de iyi geliştiremedi, iyi de bitiremedi bence.

5/10
@bazinga şu Almanca imdb sorununa bir türlü çözüm bulamadı, hangi film olduğunu anlamak için illa imdb’ye girmek gerekiyor :A
 
  • Güldürdün
Reactions: Araf

Araf

Emekli
Katılım
25 Temmuz 2011
Mesajlar
38,599
Reaksiyon puanı
23,220
Puanı
1,060
Konum
Aydın

Unforgiven, Western filmlerinin unutulmaz ismi Clint Eastwood'un Oscar 1993'de en iyi film ödülünü alan bir Western filmi. Yönetmenliğini de, başrolü de kendisi üstleniyor.

Filmde acımasız bir karakter olan William Munny'nin eşinin vefat etmesi üzerine yıllardır barakasında çocuklarıyla birlikte yaşadığı hayatıyla başlıyor. O acımasız halinden eser yok, yaşlanmış ve izole bir şekilde yaşamakta. Bu izole yaşantısı, The Schofield Kid'in gelmesiyle son bulur. Big Whiskey kasabasındaki hayat kadınlarının koyduğu ödülü duyunca durumu Munny'e bildirir, Munny başlangıçta kabul etmese de sonradan eder ve olaylar gelişir.

Üç saatin üzerinde bir film izlemiş gibi hissettim. Çok ağır gidiyor, karakterler üzerinde olaylar ağır bir şekilde akıyor ama son sahneleri özellikle başarılıydı. Konusu bence biraz basitti ama filmi izlettiren karakterlerin performansları, bilhassa Clint Eastwood'un yönetmenliği ve oyunculuğuydu.

Hayat kadınının yüzünü çizen kovboy ve beraberindeki arkadaşıyla birlikte olay kasabanın şerifi Little Bill Daggett'e intikal eder. Little Bill ise, bu olayı küçük ceza verip görmezden gelmeyi tercih eder. Çareyi de hayat kadınları ödül koymakta bulur. Munny, Ned'i de yanına alıp Kid ile birlikte amansız yola çıkar.

İntikam da alınır alınmasına ama Ned'in ölümüyle Little Bill'den intikam almak isteyen Munny, içindeki acımasız adamı çıkarır ve o filmin başarılı sahneleri gelir. Filmin bütünü ağır bir şekilde ilerlese de, son sahneleri etkileyiciydi. Tam bir Western havasındaydı son sahneleri, aksiyon doluydu.

7/10
 

Araf

Emekli
Katılım
25 Temmuz 2011
Mesajlar
38,599
Reaksiyon puanı
23,220
Puanı
1,060
Konum
Aydın

Titanic, James Cameron'un yazıp yönettiği Oscar ödül törenine damgasını vurmuş bir film. 1998'deki Oscar ödül törenlerinde 14 dalda aday gösterilen bu film, 11 dalda kazandığı ödülüyle ödül törenine damgasını vurmuştu. Önceden 1960 yılında Ben-Hur damgasını vurmuştu. 12 dalda aday gösterilen Ben-Hur filmi, 11 dalda ödül kazanmıştı. Öte yandan La La Land, Titanic gibi 14 adaylık kazanmış ama sadece 6 ödül kazanmıştı. La La Land bir dalda iki adaylık da kazanmıştı, yani 13 farklı dalda 14 adaylık, Titanic ise 14 farklı dalda adaylık kazanmıştı. Ben-Hur, Titanic filmlerinin yanında ayrıca LOTR'un üçüncü filmi de 11 dalda ödül almıştı. Titanic ise burada saydığım diğer filmlerden en büyük farkı, çok büyük bütçeyle çekilmiş olması. Dünyanın en pahalı filmlerinden birisi. Verilen paraya fazlasıyla değdi; çünkü ödüller kazandı, iyi de hasılat elde etti. Bu gibi detaylar nedeniye olsa gerek, bazıları tarafından "overrated" olarak görülüyor ve bu film, o kişiler tarafından sevilmiyor ya da daha az seviliyor.

1912'de sulara gömülen Titanic gemisinin bulunmasıyla başlayan ve Rose karakterinin yaşlılığının ortaya çıkıp Jack Dawson'a olan aşkını anlattığı bu film, kalabalık oyuncu kadrosuyla dikkat çekiyor. Aynı zamanda sınıfsal farklılıklar da dikkat çekilmeye çalışılıyor. Bir tarafta zenginler, bir tarafta fakirler. Filmde sınıfsal farklılıklar ve sınıfsal farklılıkların birbirine olan bakışı değiniliyor. Gemidekiler sadece batan gemideki insanlar değil, sınıfsal farklılığı olan da insanlardı. Yüksek prodüksiyonlu bu işte bu detaylar çok iyi.

Filmdeki birçok detay da hafızada kalıcı: Jack ile Rose'un ikonik duruşu, kemancı, Rose'un yaşlılığının özellikle son sahnelerdeki repliği gibi ve daha birçok şey akılda kalıcı. Televizyonda belki defalarca izlemişimdir, bu kez sırf incelemek için izledim ve yine beğendim. Bazı filmler prodüksiyondaki başarısı, karakterlerin akılda kalıcı sahneleri ve karakterlerin hissettirdikleri sayesinde efsane olur. Benim gözümde de bu şekilde efsane olan filmlerden birisi. Leonardo DiCaprio ile Kate Winslet'in önünü açan film de diyebiliriz, James Cameron'un da zirve işi.

10/10
 

Sherlock

Süper Mod.
Katılım
7 Eylül 2016
Mesajlar
32,077
Reaksiyon puanı
47,695
Puanı
1,060
Konum
İstanbul

Titanic, James Cameron'un yazıp yönettiği Oscar ödül törenine damgasını vurmuş bir film. 1998'deki Oscar ödül törenlerinde 14 dalda aday gösterilen bu film, 11 dalda kazandığı ödülüyle ödül törenine damgasını vurmuştu. Önceden 1960 yılında Ben-Hur damgasını vurmuştu. 12 dalda aday gösterilen Ben-Hur filmi, 11 dalda ödül kazanmıştı. Öte yandan La La Land, Titanic gibi 14 adaylık kazanmış ama sadece 6 ödül kazanmıştı. La La Land bir dalda iki adaylık da kazanmıştı, yani 13 farklı dalda 14 adaylık, Titanic ise 14 farklı dalda adaylık kazanmıştı. Ben-Hur, Titanic filmlerinin yanında ayrıca LOTR'un üçüncü filmi de 11 dalda ödül almıştı. Titanic ise burada saydığım diğer filmlerden en büyük farkı, çok büyük bütçeyle çekilmiş olması. Dünyanın en pahalı filmlerinden birisi. Verilen paraya fazlasıyla değdi; çünkü ödüller kazandı, iyi de hasılat elde etti. Bu gibi detaylar nedeniye olsa gerek, bazıları tarafından "overrated" olarak görülüyor ve bu film, o kişiler tarafından sevilmiyor ya da daha az seviliyor.

1912'de sulara gömülen Titanic gemisinin bulunmasıyla başlayan ve Rose karakterinin yaşlılığının ortaya çıkıp Jack Dawson'a olan aşkını anlattığı bu film, kalabalık oyuncu kadrosuyla dikkat çekiyor. Aynı zamanda sınıfsal farklılıklar da dikkat çekilmeye çalışılıyor. Bir tarafta zenginler, bir tarafta fakirler. Filmde sınıfsal farklılıklar ve sınıfsal farklılıkların birbirine olan bakışı değiniliyor. Gemidekiler sadece batan gemideki insanlar değil, sınıfsal farklılığı olan da insanlardı. Yüksek prodüksiyonlu bu işte bu detaylar çok iyi.

Filmdeki birçok detay da hafızada kalıcı: Jack ile Rose'un ikonik duruşu, kemancı, Rose'un yaşlılığının özellikle son sahnelerdeki repliği gibi ve daha birçok şey akılda kalıcı. Televizyonda belki defalarca izlemişimdir, bu kez sırf incelemek için izledim ve yine beğendim. Bazı filmler prodüksiyondaki başarısı, karakterlerin akılda kalıcı sahneleri ve karakterlerin hissettirdikleri sayesinde efsane olur. Benim gözümde de bu şekilde efsane olan filmlerden birisi. Leonardo DiCaprio ile Kate Winslet'in önünü açan film de diyebiliriz, James Cameron'un da zirve işi.

10/10
Dur artık yorum adam…
 
  • Güldürdün
Reactions: bazinga and Araf

bazinga

Admin
Katılım
1 Şubat 2007
Mesajlar
93,049
Reaksiyon puanı
49,711
Puanı
1,060
Konum
İstanbul
Web Sitesi
izleryazar.com

The Aviator's Wife (1981)

Eric Rohmer'ın "Comedies and Preverbs" serisinin ilk ve izlemediğim son filmiydi. Nihayet aylarca süren aranın ardından izleyebildim.

Tıpkı serinin diğer filmleri gibiydi. Önemsiz konu, sıradan insanların sıradan hikayeleri ama sinema açısından çok başarılı yönetim...

İlk başlarında filme bağlanmakta zorlandım ama sonra bir anda kilitlendim kaldım. Otobüs sahnesinden sonrası enfesti. Çok iyi çekilmiş, sürükleyici sahnelerdi. Paris'in doğasını görmek bir yana yeni biriyle tanışmak hissiyatını özlediğimi hatırlattı film. O ikilinin sahnelerinden büyük keyif aldım. Fakat sonra sonuç kısmı yine düşüşe geçerek bir tamamlamaca şeklindeydi...

Neticede güzel bir deneyimdi ama bir bütün olarak bakınca çok iyi bir film olduğunu düşünmüyorum. Eric Rohmer'ın MUBI'deki diğer filmlerini de izlemek istiyorum kısmetse...

6/10
 
  • Beğendim
Reactions: Araf

Araf

Emekli
Katılım
25 Temmuz 2011
Mesajlar
38,599
Reaksiyon puanı
23,220
Puanı
1,060
Konum
Aydın

The English Patient, Anthony Minghella'nın yönetmenliğini üstlendiği bir film. Filmde Laszlo Almásy isimli bir kişinin, ikinci dünya savaşı sırasında harita çıkarmakla görevli olmasını ve görevli olduğu bölgede yaşadıkları anlatıyor. Tabii olaylar bu şekilde düz bir şekilde verilmiyor. Almásy önce uçak kazasında yaralanıyor, yaralı bir şekilde hastaneye düşüyor ve sonrasında da Hana isimli hemşirenin bakımıyla kalmaya başlıyor. Gizemli geçmişi flashback şeklinde gelişiyor ve geçmişi hatırlamaya başlıyor. Eskileri hatırlatacak kişiler de dahil olmaya başlayınca düğüm çözülmeye başlar.

Filmin çekim yeri İtalya ve Tunus, olaylar ise Kahire'de geçiyor. Arka planda sömürgecilik olayını da görülebilir. Tabii bence arka plandaki savaş üzerine kısımlar biraz havada kalıyor ama amaç da zaten savaşı anlatmak değil, aşkı anlatmak. Filmin aşk kısmının etkileyici sahneleri olsa da, savaş kısımları havada kalıyor.

Almásy'nin, Geoffrey'nin eşi olan Katherine'e olan başta uzak, sonrasında da yakın olan aşkını izliyoruz. Geoffrey'nin ölümü, Katherine'nin ölümü, Madox'un ölümü vs. hepsi Almásy yüzünden. Aşk üç hayatı, sonrasında da Almásy ile birlikte dört hayatı mahvetti.

Savaş sahnelerinin havada kalmasından kastım, aşk fazla ön planda olduğu için savaş sahneleri geri planda kalıyor. Tabii çatışma sahnelerinden ziyade, istihbarat savaşı daha ağırlıklı. Neyin ne olduğu da tam belli değil.

Almásy'nin Hana ile sahnelerine Kip ve Caravaggio'nun da dahil olması, özellikle de Hana ile Kip'in sahneleri iyiydi. Hana, Kip ve Caravaggio daha çok düğümü çözen isimler oldu, Almásy ile konuştukça. Almásy'nin, Katherine ile sahneleri de iyiydi ama uçak kazası ilginçti. Almásy durur, Geoffrey ile Katherine'nin uçağı o sırada düşer. Sonuç olarak Almásy'nin, Katherine aşkı da Katherine'yi kurtaramadığı için biter.

Bu arada László Almásy gerçekten yaşamış bir karakter. Kendisi bir Macar çöl kaşifi.

7/10
 

Tolstoyevski

Emekli
Katılım
14 Temmuz 2014
Mesajlar
24,283
Reaksiyon puanı
39,933
Puanı
1,061
Yaş
27
Konum
Gökteki Yıldızlar ✨✨
Web Sitesi
www.ataturkungencligehitabesi.com

The English Patient, Anthony Minghella'nın yönetmenliğini üstlendiği bir film. Filmde Laszlo Almásy isimli bir kişinin, ikinci dünya savaşı sırasında harita çıkarmakla görevli olmasını ve görevli olduğu bölgede yaşadıkları anlatıyor. Tabii olaylar bu şekilde düz bir şekilde verilmiyor. Almásy önce uçak kazasında yaralanıyor, yaralı bir şekilde hastaneye düşüyor ve sonrasında da Hana isimli hemşirenin bakımıyla kalmaya başlıyor. Gizemli geçmişi flashback şeklinde gelişiyor ve geçmişi hatırlamaya başlıyor. Eskileri hatırlatacak kişiler de dahil olmaya başlayınca düğüm çözülmeye başlar.

Filmin çekim yeri İtalya ve Tunus, olaylar ise Kahire'de geçiyor. Arka planda sömürgecilik olayını da görülebilir. Tabii bence arka plandaki savaş üzerine kısımlar biraz havada kalıyor ama amaç da zaten savaşı anlatmak değil, aşkı anlatmak. Filmin aşk kısmının etkileyici sahneleri olsa da, savaş kısımları havada kalıyor.

Almásy'nin, Geoffrey'nin eşi olan Katherine'e olan başta uzak, sonrasında da yakın olan aşkını izliyoruz. Geoffrey'nin ölümü, Katherine'nin ölümü, Madox'un ölümü vs. hepsi Almásy yüzünden. Aşk üç hayatı, sonrasında da Almásy ile birlikte dört hayatı mahvetti.

Savaş sahnelerinin havada kalmasından kastım, aşk fazla ön planda olduğu için savaş sahneleri geri planda kalıyor. Tabii çatışma sahnelerinden ziyade, istihbarat savaşı daha ağırlıklı. Neyin ne olduğu da tam belli değil.

Almásy'nin Hana ile sahnelerine Kip ve Caravaggio'nun da dahil olması, özellikle de Hana ile Kip'in sahneleri iyiydi. Hana, Kip ve Caravaggio daha çok düğümü çözen isimler oldu, Almásy ile konuştukça. Almásy'nin, Katherine ile sahneleri de iyiydi ama uçak kazası ilginçti. Almásy durur, Geoffrey ile Katherine'nin uçağı o sırada düşer. Sonuç olarak Almásy'nin, Katherine aşkı da Katherine'yi kurtaramadığı için biter.

Bu arada László Almásy gerçekten yaşamış bir karakter. Kendisi bir Macar çöl kaşifi.

7/10
 
  • Güldürdün
Reactions: Araf

Araf

Emekli
Katılım
25 Temmuz 2011
Mesajlar
38,599
Reaksiyon puanı
23,220
Puanı
1,060
Konum
Aydın
Biliyorum orada olduğunu. Önceki filmlerin de konuları vardı ama atmadım. Hani öyle etkinliğe katılmışım gibi oluyor ama katılmadım. Oysa @bazinga'nın başının etini yemiştim doksanlar film etkinliği yapalım diye ama katılmamıştım. Bu filmi de ödül kazandı diye izledim. Ödüllü filmlerde önceden izlediklerimden ya da hiç izlemediklerimden izliyorum. Bu kez incelemek için izliyorum. Sıra sıra gidiyorum. :D