Stanley Kubrick’in Otomatik Portakal’la birlikte iki büyük filminden biri, ikisi de birer başyapıt olmasına rağmen bu filmin önemi daha büyük bence. Bugün Atlas sinemasında bu başyapıtı bir kez daha izleme fırsatım oldu ve bir kez daha hayran kaldım. Sinemada izlediğim ilk büyük başyapıt ve Kubrick filmi oldu ve bazı sahnelerde sanki komedi filmiymiş gibi toplu gülüşmeler haricinde dev ekranda bu başyapıtı izlemek kesinlikle çok güzeldi.
Kubrick sen ne büyük bir yönetmendin... Keşke bu kadar erken ölmeseydi, 2000’ten sonraki teknolojiyle birlikte kim bilir kaç tane güzelim filmi kaçırdık Kubrick’in şüpheli ölümüyle birlikte. Bu filmi sadece senaryo amaçlı izlemek yapılan en büyük hatalardan biri, ki sembolist sinema anlayışında az söz çok imge anlayışı vardır. Bu film de sembolist sinemanın belki en derinlerinden değil ama en ünlülerinden bir yapıttır. Sembolizmi bir kenara, Stanley Kubrick’in o mükemmelliyetçiliği zaten başlı başına hayranlık sebebi. Filmin en başında Nicola Kidman’in arkadan çırılçıplak görünümü görüyoruz ama onda bile bir güzellik, sanatsallık var.
Bu filmin en sevdiğim özelliği ise kendine has gizem ve gerilim hissini sonuna kadar hissettirmesi ve gerçekçi etkileyiciliği. Soğuk ve yağışlı istanbul akşamlarında şehrin sokaklarında yürürken hep bu film aklıma gelir, bazen arkama bakarım birisi takip ediyor mu diye. Tabi ki bu işin mübalağa kısmı fakat o kadar etkileyici işte.
Malum tarikat sahneleri ve tersten okunan müzik ise en tüyler ürpertici kısmı ve bu filmin bu kadar çok olay olmasının en büyük sebebi. İzlerken bile insan çekinirken, bunu Amerika’da hem de ünlü oyuncularla çekmiş olmak çok büyük cesaretmiş. Kubrick gibi bir adam bir daha gelmez... Şu müzik bile diyemeyeceğim ayin ilahisine bakar mısınız dinlerken bile insan geriliyor, adam hiç üşenmememiş bir ilahi ortaya çıkartmış ilahi bile değil ayin müziği diyelim ama bambaşka bir şey gerçekten..
Ve bu dünyadan bir Stanley Kubrick geçer. Son filminin son sahnesinin son kelimesi resmen hayatın özeti gibidir:
f*ck
9.5/10