Çanakkale Savaşı'ndan Anılar

  • Konuyu başlatan Konuyu başlatan Neferet
  • Başlangıç tarihi Başlangıç tarihi

Neferet

Konu Sahibi
Emekli
Katılım
13 Ocak 2008
Mesajlar
6,243
Reaksiyon puanı
18
Puanı
259
Konum
---
Bizim oturduğumuz yerin her taşı için cevheri can verdik. Her avuç toprağımız nazarımızda, o yola feda olmuş bir kahraman vücudundan yadigardır. Vatan bizim kılıcımızın ekmeğidir. Daima kendimize mahsus, kendimize hasredilmiş biliriz. Daima onu nefsimizden ziyade sever, nefsimizi uğruna feda ederiz. Namık Kemal
948 Mehmet Muzaffer ve en son Filistin Cephesinden Gönderdiği ve Üzerinde İntikamımı Alın Yazısı olan Kanlı Zarf
Osmanlı İmparatorluğunun İstanbul Mekteb-i Sultanisi Cumhuriyetle birlikte "Galatasaray Lisesi" oldu. Bu okulun öğrenci ve mezunları 1911 Trablusgarp-İtalya Savaşı ile 1921 İstiklâl Savaşı arasında 10 yıl savaşlarda ve 1974 Kıbrıs Barış Harekâtında toplam 45 şehit verdi. 150 kadarı da gazi oldu. Çanakkale Şehitler Abidesi'nin inşasında da emekleri vardır.
Galatasaraylıların özelliği 1909 ve 1914 askeri yasalarına göre hiçbirisinin savaşa ve askeri gitme mecburiyeti yoktur. Bu şehit ve gazilerin yaşları 17-22 arası idi. Hepsi Avrupa ve Darülfünun Üniversitelerinin öğrencileridir. Hatta Irak Cephesinde şehit düşün 646 numaralı Celâl İbrahim, seferberliğin ilanıyla beraber geceden gidip askerlik şubesinin kapısında sabahlamış ve l numaralı gönüllü yazılmak şerefini elde etmişti. Bunlardan bir tanesi de Mehmet Muzaffer idi. Bu kahramanın dünyada eşi yoktur.
Üç aylık bir talimden sonra Mehmet Muzaffer Çanakkale'ye gönderildi. Savaş bitmişti. Çanakkale'deki birlikler Kafkas, Irak, Filistin, Galiçya cephelerine sevk ediliyordu. İşte Mehmet Muzaffer bu sevkıyatı yapılan ve yapılacak olan birliklerin işlerine bakmak üzere Alay Karargâhında görevlendirildi. Ama birden kendini yoksulluğun içinde buldu. Sevkıyat işlerinde en çok araba lâzım oluyordu. Ama onların da lâstikleri ya hiç yok veya patlak oluyordu. Yani Muzaffer'in işi zordu. Bir kere lâstik ancak İstanbul7dan temin edilebiliyordu. Mehmet de İstanbullu idi. O halde bu işi ona verirlerdi ve verdiler bile. Alay Komutanı İstanbul Erkan-ı Harbiye Katma resmi bir yazı yazıp Mehmet Muzaffer'i lâstik alması için İstanbul'a gönderdi. Ancak İstanbul'da her şey karaborsa idi. Muzaffer İstanbul'un altından girdi üstünden çıktı. Nihayet Karaköy'de bir Yahudi tüccarında aradığı lâstikleri buldu. Fiyatta da anlaştılar. Şimdi rahat bir nefes almıştı.
Yahudinin işyerinden ayrıldı ve doğruca para almak için Harbiye Bakanlığı'na çıktı. Onu yaşlı bir Yarbayın huzuruna çıkardılar. Yarbay uzatılan teskereyi okudu. Sonra hazırolda bekleyen zabite baktı ve "bu para ile ne alacaksınız?" dedi. O da "oto kamyon lâstiği" deyince Yarbay birden Muzaffer'in yüzüne sert sert bakarak:
"- Bana bak oğlum. Sen deli misin? Ben askerin ayağına postal, sırtına kaput parası bulamıyorum. Siz oto lâstiği diyorsunuz! Olmaz böyle şey, beni günaha sokmadan yürü git karşımdan" diyerek adeta Muzaffer'i kovalamıştı. Artık yapılacak bir şey kalmamıştı. Mehmet Muzaffer binayı terk etti ve bahçeye indi. Şimdiki İstanbul Üniversitesi ve oradan Beyazıt Meydanına doğru giderken düşünüyordu: Ne yapmalı idi. Eli boş Çanakkale'ye dönemezdi. Arabaları zaten Almanlar vermişti. Biz şimdi lâstik bulamıyoruz. Bulsak, alacak paramız yok.
Bunları düşünerek Beyazıt Meydanı'na gelmişti ki, birden durdu ve gülmeye başladı. Çare bulmuştu, bunun için sırıtıyordu. Hemen Yahudi tüccarının yanına koştu. Muzaffer Yahudiye:
"- Paranın resmi işleri akşamüstü. Gece de iş olmaz. Yarın sabah Çanakkale'ye gidecek vapur da erken kalkıyor. Bunun için para işini hemen halletmeliyim ve erkenden de gelip götürülecek malları alıp gitmem gerekiyor. Bu itibarla mallarım çabuk hazır olsun. Hatta akşamdan hazırlanırsa daha iyi olur." Tüccar:
"- Peki olur."
Muzaffer tam ayrılırken:
"- Altın para vermiyorlar. Kağıt para verecekler."
Tüccar, buna da peki olur deyince Muzaffer âlâ dedi ve hızla Yahudi'nin yanından çıkıp gitti. Bakalım altından ne çıkacaktı?
Ertesi günün sabahında tan yeri ağarırken Mehmet, Yahudi'nin kapısını çaldı. Tüccar malları hazırlamıştı. Merkez Komutanlığından getirilen arabaya alelacele kondu ve atlar dörtnala Sirkeci'nin yolunu tutmuşlardı. Neticede gemiye yüklendi ve gemi de Çanakkale'nin yolunu tuttu bile. Muzaffer'in keyfi yerinde idi. Sonunda birliğine ulaştı ve görev de yapılmıştı. Alay Komutanı tarafından taltif edildi. Çünkü Alay Komutanı lastiklerin bulunabileceğinden ve en azından Mehmet'in bunları Çanakkale'ye getirebileceğine inanmıyordu. Beri taraftan Yahudi tüccar ise elindeki yüzlük kaimeyi bozdurmak üzere Osmanlı Bankası'na vardı. Ancak parayı bozduramadı. Çünkü para sahte idi. Yahudi şaşırdı. Olay şöyle gelişmişti: Muzaffer, Beyazıt Meydanında sırıttığında bir hile düşünmüştü. Çini mürekkebi ile sahte bir Osmanlı Parası yapacaktı ve yaptı. Bu para öyle iyi yapılmıştı ki gerçeğinden ayırmak mümkün değildi. Bir de o devir kağıt paralarının üzerinde şöyle bir yazı vardı. "Bedeli Dersaadette Altın Olarak Tesviye Olunacaktır" Muzaffer ise yaptığı taklit paranın üzerine şu harika ibareyi yazmıştı: "Bedeli Çanakkale'de Altın Olarak Tesviye Olunacaktır". Onun altın dediği, Mehmetçiğin akıttığı kanı idi.
Yahudi tüccarı, olayı iyice anlayınca bunu mesele yapmadı. Ancak, bir anda bütün İstanbul duydu. Şehzade Halim Efendi de duymuştu. Lalasını gönderip bedelini ödedi ve makbuzunu aldı. Çünkü böyle bir olayın dünyada benzeri bulunamazdı. Onu çok zarif sedef kakmalı, içi kadife bir mücevher çekmecesine yerleştirdi ve İstanbul Polis Okulu'ndaki Emniyet Müzesi'ne hediye etti. Uzun yıllar orada kaldı. Son durumu bilmiyorum ancak 1983'de Ankara Emniyet Müdürlüğü'nde görüldüğüne dair bir kayıt vardır.
Hülâsa Mehmet Muzaffer, Çanakkale'den birliği ile Sina Cephesine gitti. Birinci ve İkinci Gazze Savaşlarına katıldı. İkinci Gazze Savaşlarından sonra mektep arkadaşı Faik Soydan Bey'e mektup yazmıştı. Yaralandığını ve şimdi hastahanede olduğunu iyileşince yine cepheye döneceğini anlatıyordu. Haziran 1917.
Bu arada İngilizler 6 Aralık 1917'de Gazze'ye tekrar saldırdılar ve 7 Aralıkta da Gazze'ye girdiler. Gazze şehrinin sokaklarında çok şiddetli çatışmalar oldu. Mehmet Muzaffer de bu çatışmaların içindeydi. Bu sokak çatışmalarında akşam karanlığı basarken Mehmet Muzaffer de o karanlıklar içinden nurlu aydınlığa açılan kapıdan uçup gidiyordu.
SÜNGÜSÜ ÎLE DOKUZ FRANSIZI DEVİREN DÜZCELİ HASAN​
Hasan 3. Tümen 31. Alayın 2. Tabur ve 6 Bölük erlerinden ufak tefek bir Mehmetçik. Kumkale siper savaşlarında ani olarak bir Fransız askeri ile kucak kucağa gelen Hasan, yıldırım hızı ile süngüsünü Fransız askerlerine sapladı. Fakat daha süngüsünü çıkarmaya fırsat bulamadan iki Fransız askeri ile daha karşılaştı. Bu defa kendi süngüsünü bıraktı ve Fransız askerinin süngü takılı tüfeğini kaptığı gibi, iki Fransız askerini daha devirdi. Sonuçta o gün Kumkale Fransızlardan temizlendi ama Hasan da tek başına 9 Fransız askerini tepelemişti. Onun bu kahramanlığına o gün bütün bölük şahit olmuştu.34 Kısacası 25 ve 26 .5 ve Nisan 1915 günleri 3. Tabur ile 27. ve 57. Alayların kahramanları da bire 25'le dövüşerek destanlar yasmışlardı.
BİR KOL VERİP DOKUZ DEFA YARALANAN ÜSTEĞMEN ŞEVKET​
Şevket Bey, Kumkale'yi işgal eden düşman birliklerine karşı 26 Nisan 1915 günü 31. Alay'm 10. Bölük komutanı olarak taarruz edecektir. Fakat ateşin yoğun bir şekilde yaladığı bir yerden önce kendisi ve sonra erlerinin geçmesini istiyordu. Bunun için dedi ki: "Arkadaşlar ben şimdi karşıya sıçrama yapacağım ve arkamdan siz geleceksiniz. Şayet ben burada şehit olursam naşımı siper yapıp savaşa devam edeniz." Sonuçta bu tehlikeli bölgeden geçildi ve Orhaniye mevzilerindeki düşman müthiş bir taarruzla püskürtüldü. Ne var ki Üsteğmen Şevket belinden ağır şekilde yaralandı ve İstanbul'a hastaneye kaldırıldı. O orada tedavi olurken Çanakkale'de düşmanın defteri duruldu ve 31 Alay da Sina Cephesine sevk edildi. Şevket Bey onları Haydarpaşa Garında bekledi ve böylece sevgili bölüğüne kavuştu. Netice itibarıyla İstanbul'dan hareket eden birlik Gazze bölgesine geldi. Burada giriştikleri çok çetin savaşlarda inanılmaz başarılar elde
ettiler. Üsteğmen Şevket defalarca yaralandı, kolunu şehit verirken ve kendisi de dokuz yara alıp Gazi oldu. Hatta İngilizlerin geri alınamaz dediği bir tepeyi zapteden 10. Bölüğün hatırasına "Şevket Tepesi" adı verilmiştir. Bu tepe halen Gazze bölgesinde Şevket Tepesi olarak bilinir ve anılır. 5 Hülâsa böyle bir milletin savunduğu yurt parçasını hangi düşman alıp da esir edebilir?
İSMİNİ DİDAR KOYSUNLAR GÖZBEBEĞİM​
18 Marta 1915 Deniz Harekâtından önce batarya komutanı Yüzbaşı Hasan Bey'in bir kızı dünyaya gelir. Durum Çanakkale Müstahkem Mevkii Komutanlığı'na telgrafla bildirilir. Bunun üzerine Cevat Paşa atma atlayıp bataryaya gelir.
"- Evladım Hasan, kızın dünyaya geldi. Allah ömrünü uzun etsin. İzinlisin." Hasan;
"- Komutanım vatan görevi daha mukaddestir. Her an saldırabilirler. Gidemem. Kızımın ismini Didar koysunlar.
Velhasıl 18 Mart günü Hasan Bey özlediği mertebeyi bulmuştur. Kızı Didar hanımla görüşmesi darul şühedaya kalmıştır. Yahya Çavuşlar, Avni Beyler, Mehmet Çavuşlar, Hasan-Hüseyinler ve Münirler gibi o da Mevlâ'sına kavuşmuştur.
BİR DE KÜÇÜK ABDULLAH'IMI KORU​
Hücum başladığı saatten itibaren kuduran zırhlılar her karış toprağın savunmaya yeminli Mehmetçiğin sinesine ateşler yağdırıyordu. Başlarında şahin bakışlı bir yüzbaşının dudağından çıkacak kelimeleri tek nefes halinde bekleyen, Mehmetçikler bilendikçe bileniyorlardı. Geriye doğru bir adım dahi atmamaya yeminli: 80 yiğidin 15 katıydı düşman. Artık ikindiye doğru burun burna gelmişlerdi. Bölüğün başında abide duruşlu ve şahin bakışlı yüzbaşı ne yapacağını düşünüyor ve çavuşlarını topluyordu. Yarım saat sonra düşmana süngü taarruzu yapılacaktı. Bu arada Yüzbaşı ellerini açtı ve; Rabbim. Bu azgın düşmanın üzerine yürümekle sana kavuşmak yoluna giriyoruz. Vatan anamız artık sana emanet. Onu düşmana çiğnetme. Bir de küçük Abdullah'ımı koru. Onu ismine lâyık insan eyle."
Yarım saat sonra yüzbaşı ve askerleri kükremiş aslanlar gibi idiler. Allah Allah nidaları yeri göğü inletiyordu. Sanki 80 kişi değil de binlerce Mehmetçik haykırıyordu. Bu doğru idi. Zira doğu ufkundan birilerinin bulutları yara yara
geldiğini gördüler. Düşmanın üzerine yıldırımlar yağdırmaya başladılar. Olayı canlı müşahede eden Yüzbaşının gözlerinden seller gibi yaşlar akıyordu. Tabii ki bu sevinç gözyaşları idi.
Düşman ise tepelerinde şimşekten atlara binmiş Allah'ın sevgili kullarının onlar üzerine yağdırdığı yıldırımları görünce var güçleriyle denize doğru kaçıyorlar değil, paralanırcasına adeta yuvarlanıyorlardı. Ne var ki o şahin bakışlı yüzbaşı bunları dünya gözüyle doya doya göremeden şehit olmuştu. Ama şehit düştüğü yerde ılık ılık gülümsemesi ruhlar aleminden seyrediyordu sanki. O anda deniz ise "Ey Şehit Oğlu Şehit! Gül Gül Açılan Yaralarla Bezenmiş Bedenin Bu Topraklarda Bulundukça Daha Hiçbir Düşman Yan Gözle Bakamayacak" diye seslendiğini bütün şehitler duyuyordu. Siz de duyuyor musunuz?