En Son İzlediğiniz Film? 🎞

  • Konuyu başlatan Konuyu başlatan şirin
  • Başlangıç tarihi Başlangıç tarihi
Seven Samurai izlememiş olman şaşırttı. :A

Allah affetsin ama Akira ustanın filmlerini hiç sevmiyorum maalesef. :A
Ben de şaşırıyorum. :A Yıllar önce şartlar olması gerektiği gibi cereyan etseydi sinemada izlemiş olacaktım ama işte... Kader mani oldu diyelim, o günden sonra da elim gitse dahi açamadım. :A @MEnes

Bazı büyük yönetmenlere karşı böyle tasvip etmediğin huyların var maalesef, dikkatimi çekiyor bu durum. :A Gerçi benim de var. :A
 
  • Güldürdün
Reactions: MEnes and bazinga
Ben de şaşırıyorum. :A Yıllar önce şartlar olması gerektiği gibi cereyan etseydi sinemada izlemiş olacaktım ama işte... Kader mani oldu diyelim, o günden sonra da elim gitse dahi açamadım. :A @MEnes

Bazı büyük yönetmenlere karşı böyle tasvip etmediğin huyların var maalesef, dikkatimi çekiyor bu durum. :A Gerçi benim de var. :A
Aaah ah Kurosawa dedemin muhteşem filmlerini sevmemek de ne bileyim... @bazinga Bu arada en iyi Japon filmi net şekilde SEPPUKU'dur... Daha iyisi de kolay kolay gelmez... Seven Samurai de onun yanından geçemez bana göre...
 
  • Güldürdün
Reactions: bazinga
Aaah ah Kurosawa dedemin muhteşem filmlerini sevmemek de ne bileyim... @bazinga Bu arada en iyi Japon filmi net şekilde SEPPUKU'dur... Daha iyisi de kolay kolay gelmez... Seven Samurai de onun yanından geçemez bana göre...
Akira dedenin değilmiş o film, belki onu severim. Bir ara izlemem lazım. :A

Fakat samuraylar falan gibi uzak doğu şeyleri bana fazla uzak geliyor. :A
 
  • Güldürdün
Reactions: MEnes
Akira dedenin değilmiş o film, belki onu severim. Bir ara izlemem lazım. :A

Fakat samuraylar falan gibi uzak doğu şeyleri bana fazla uzak geliyor. :A
O film gerçekten deli dehşet bir olay örgüsüne sahip. Ve samuraymış basit basit muhabbetlermiş alakası bile yok. Oldukça derin ve kaliteli diyaloglara sahip, düşündürücü ve çılgın bir vuruculuğa sahip. İzlerken inanılmaz keyif almıştım... :A
 
  • Güldürdün
Reactions: bazinga

"JFK katili kim?" desem muhtemelen klasik olarak her yerde gördüğümüz için "Lee Harvey Oswald" deriz. Peki olayın perde arkasında neler var, JFK neden öldürüldü, nasıl öldürüldü, kim ya da kimler tarafından öldürüldü, gerçekten de Lee Harvey Oswald mı öldürdü? Bu filmin ana teması da bunun üzerine kurulu. JFK suikastının perde arkası ABD'nin Louisiana eyaletinin en büyük şehri olan New Orleans'taki Başsavcı olan Jim Garrison'ın gözünden aktarılıyor. Filmin de iki kaynağı var; birincisi Jim Garrison'ın "On the Trail of the Assassins" isimli kitabı, bir diğeri de Jim Marrs'ın "Crossfire: The Plot That Killed Kennedy" isimli kitabı. Filmi senaryolaştıran ise, Zachary Sklar ile filmin de aynı zamanda yönetmeni olan Oliver Stone.

Yönetmen için ayrı bir parantez açmak gerekiyor; ilk yönetmenlik deneyimini Vietnam gazisi olarak Platoon'a yaptı ve Platoon ona ödül de kazandırdı, seksenli yıllara damgasını vuran filmlerden birisiydi. Damgasını vuran bir diğer filmi ise, Vietnam vurgusu da içeren ve doksanlı yıllara damgasını vuran JFK filmi oldu. Filmin oyuncusu Kevin Costner bundan bir yıl önce hem yönettiği, hem de başrol olarak oynadığı ve en az bu film kadar uzun olan Dances with Wolves filminde rol aldı ve o filmiyle de, bu filmiyle de damgayı vurdu.

Filmde JFK biyografisi değil, JFK'nin hayatını kaybetmesinden sonra Jim Garrison'ın mücadelesi anlatılıyor. Film boyunca merak duygusu devreye giriyor. Başta görüntünün beyaz dengesi rahatsız eder gibi oluyor ama sonra filme ayrı bir hava katıyor. Sahne geçişlerindeki renkler çok başarılıydı. Sinematografi anlamındaki başarısını Oscar 1992'de en iyi sinematografi ödülünü alarak taçlandırdı. The Silence of the Lambs gibi bir rakibi vardı o dönem filmin, bu yüzden o filmin biraz gerisinde kaldı.

Filmin en iyi sahnesi, mahkeme sahnesiydi. JFK'nin suçlulardan birisi de Clay Shaw'dır ve onun her şeye rağmen suçsuz bulunması da ayrı bir olay. Tabii Jim Garrison gerçekleri haykırıyor ama filmdeki olayların tamamı gerçek mi bilemeyiz ama bileceğimiz tek şey, JFK'nin dosyası halen daha kapanmadığı, suikaste dair araştırmaların 2029'a kadar mühürlü kalacağı bellidir. Kapanmayan bu dosya da, Jim Garrison'un ortaya koyduğu iddiaları da doğrular nitelikte. Basına yansıtılan her gerçek zaten tam anlamıyla doğru değildir, hele de böyle bir konuda.

Baş karakterin inişli çıkışlı hayatının yanı sıra, mahkemedeki ulusa sesleniş yapar gibi konuşması da ve Kevin Conster'ın oyunculuğu da çok iyiydi. Biraz da Oliver Stone'un çığlığı olan filmlerden birisi bu film. Bence başarılı bir filmdi, özellikle de son sahnedeki mahkeme sahnesiyle.

Filmle ilgili küçük ama büyük bir detay: Filmde Earl Warren'ı canlandıran kişi Jim Garrison. Jim Garrison filmden bir yıl sonra hayatını kaybetti. Yok yok, komplo teori değildi, sadece söylemek istedim.

9/10
 
  • Beğendim
Reactions: bazinga

Young & Beautiful (2013)

Bu filmin müstehcenliğini daha izlemeden bildiğim için François Ozon'u Gaspar Noe tarzı aykırı bir yönetmen sanıyordum. İyi ki ilk tanışmayı bu filmle yapmamışız, çok yanlış tanımama neden olacakmış. :D Şu ana kadar izlediğim 4 Ozon filmi arasında en zayıfıydı. Fakat yine de yönetmenlik açısından çok başarılıydı...

Filmin adındaki gibi genç ve güzel olan Marine Vacth'ı izlemek hoştu. Sinemada seks işçiliği yapan çok fazla karakter izliyoruz fakat merkezine bu işi alan çok fazla kaliteli iş yok. Bu film aslında bu boşluğu dolduracak kalitede gibi başladı ve ilerledi. Oldukça ilgi çekici kısımları vardı, genel anlamda sürükleyici bir film olduğunu söyleyebilirim. Fakat sonu bir çuval inciri berbat etti. Çok daha iyi bir sonla düzgün bir noktaya varmayı hak ediyordu film. Bunun yerine pek çok soru işaretiyle "herkes kendi mesajını kendi üretsin" yolu tercih edilmiş...

6/10
 
  • Beğendim
Reactions: Araf

The Class, Laurent Cantet'in senaristlerden birisinin olduğu ve yönetmenliğini üstlendiği eğitim temalı bir film. Filmde François isimli Fransızca hocasının (canlandıran hocanın da ismi François) aynı zamanda sınıf öğretmenliğini de yaptığı sınıfına karşı yaptığı mücadelesi anlatılıyor.

Sınıftaki öğrencileri Fransa olarak düşünürsek, film daha anlamlı oluyor. Fransa'yı farklı kültürlerin bir arada yaşadığı ya da yaşamaya çalıştığı bir yer olarak tanımlayabiliriz. Filmde de daha çok bu farklı kültürlerin çatışması işlendi. Binevi sosyolojik konulu bir film de diyebiliriz. Kültür çatışmasının yanı sıra, aynı zamanda uyum sorunu, psikoloji gibi unsurlar da vardı. Bu açılardan düşününce film anlamlı ama genel olarak düşününce yer yer sıkabiliyor. Film de zaten okulda, hatta daha çok sınıfta geçiyor adından da anlaşılacağı üzere. Filmi izlerken aklıma Detachment geldi, hatta onu daha çok sevmiştim.

Bu arada filmde bir Türk oyuncu da rol alıyordu Burak Özyılmaz, Burak rolüyle. Hatta bir diğer detay ise, filmdeki oyuncuların bazılarının kendi ismiyle oynaması.

Bence sınıf olgusu daha iyi işlenebilirdi. Bütün karakterler birbirine yabancı gibiydi. François'in farklı bir şekilde dersi anlatma çabası iyiydi, ancak onun da pek iyi yansıtıldığını söyleyemem. Sonlara doğru Mali'den gelen sorunlu çocuk Souleymane'ın disiplinsizlik hareketleriyle kapı dışarı edilmesi ve yolunun bir şekilde Mali ile kesişme riski. Bir diğeri de bu olaydan önce Esmeralda'ya François'in "sokak kadını" demesi ile gelişen olaylar. Bu iki olay filmin gidişatını değiştirdi biraz ama genel olarak beklentilerimin altında kalan bir film oldu. Filme dair beklentilerim yüksekti.

6/10
 
  • Beğendim
Reactions: bazinga

Pawel Pawlikowski'nin yönettiği Polonya yapımı olan bu filmde soğuk savaş döneminde geçen Stalinist Polonya'dan Berlin'e, Yugoslavya'dan Paris'e uzanan iki müzisyenin aşkını konu alıyor. "Soğuk Savaş" aynı zamanda bir metafor, bir çiftin soğuk savaşını da konu alıyor. Filmde iki anlamda da soğuk savaş kendini gösteriyor.

Siyah Beyaz bir film, ki bu filme ayrı bir hava katıyor. Süresi 90 dakikadan da az. Tabii filmde kronolojik bir aşk hikayesi olunca ve süresi de kısa olunca sahne geçişleri çok hızlı oluyor. Bu da duygusal geçişleri de zorlaştırıyor ya da en azından benim için öyle oldu. Kronolojik bir aşk hikayesi olmasaydı belki daha iyi olurdu, her şey bir anda oluyormuş hissi de uyandırıyor. Yine de kronolojik geçişler karakterleri yoruyor, aynı zamanda izleyiciyi de yoruyor. Son sahnelerde yorulduğumu hissettim, her ne kadar duygusal anlamda filme adapte olamasam da.

6/10
 
  • Beğendim
Reactions: bazinga

2005 ve 2006'da ardı ardına iki distopik film İngiltere'de çekildi ve vizyona girdi. 2005'te vizyona giren V for Vendetta 2020 yılında geçmektedir. Hemen bir yıl sonra vizyona giren Children of Men ise, 2027 yılında geçiyor. V for Vendetta diktatör bir sistem eleştirisi yapılırken; Children of Men ise 19 yıldır hiçbir bebeğin doğmadığı, mültecilerin insan yerine konmadığı bir distopik evrende geçiyor. Peki doğacak olan bir bebek, bir V etkisi yapar mı?

Yönetmen Alfonso Cuarón'un mültecilere değinen bir film yapması anlamlı; çünkü kendisi bir Meksikalı. Ülkesinin vatandaşlarının mülteci statüsünde ABD'ye girmesi ve ABD'nin de bu konuyla ilgili sürekli sorun çıkardığı da ortada. Bunu da ABD üzerinden distopik düzen kurarak yapmıyor, İngiltere üzerinden distopik düzen kurarak yapıyor. Bu filmden iki yıl önce Harry Potter'ın üçüncü filmini muazzam bir şekilde yönetmiş, bir yıl önce de yine aynı İngiltere'de distopik bir film çıkmıştı. Yani mekanın İngiltere olması tam yerinde bir karar; hem ortamı biliyor, hem de distopik bir ortam olarak İngiltere müsait.

Alfonso Cuarón'un yönetmenliğinde en dikkat çeken şey, genel olarak yeşil tonunu kullanışı oluyor. Bu filminde de yeşil tonları muazzam bir şekilde aktarılmış. Filmdeki yeşillik çok canlı görünüyor. Distopik ortama gelince sırıtmadan başarılı bir şekilde aktarıldığını söyleyebilirim. Distopik bir ortamı yansıtmak da kolay bir iş değildir.

Filmdeki distopik ortam yansıtılırken, yani mültecilere değinirken tabii genel olarak ortam Orta Doğu dünyası ve Afrika dünyasına ait oluyor. Genel olarak görülen bu iki toplumdan kesimler oluyor. Mülteciler ve mültecileri savunanlar ise, terörist ilân ediliyor. Kamu görevlilieriyle mülteci haklarını savunanla arasında büyük de bir çatışma çıkıyor.

Bu umudu temsil eden kişi Julian, ta ki Luke gibi çıkarına düşkün kişiler tarafından bertaraf edilene kadar. Julian ancak eski silah arkadaşı ve eski sevgilisine güvenecektir Kee'ye kurtarma yolunda, yani Theo'ya. Kee umudu temsil etmektedir, daha doğrusu doğuracağı bebeği. Yıllar sonra ilk defa bebek doğacaktır, hem de bir mültecinin bebeği. Julian ile Theo yıllar önce bir bebek beklemektedir, işte bu yüzden Theo güvenilir tek insandır Kee için. Bu detay da iyiydi film adına. Filmin en iyi karakterlerinden birisi de Jasper'di. Michael Caine yine karakterine sempati katmayı başarmış. Jasper'in sahneleri gülümsetti.

Sonuç olarak Theo, bebeği olan bir mülteci olan Kee'nin "Tomorrow Gemisi" ile umuda yelken açması, sınırları aşması ile son buluyor. V for Vendetta ateş ile, Children of Men su ile son buluyor. Ateş de, su da iki film için umudu temsil ediyor. Bebeğin görünmesinin ardından görenlerin şaşkınlığı da çok iyiydi. Kısacası başarılı bir distopik filmdi.

8/10
 
  • Beğendim
Reactions: bazinga

Bu film için Quentin Tarantino'nun ilk filmi nitelendirmesini yapmak yanlış olabilir, bu yüzden adını duyurduğu ilk film nitelendirmesini yapmak daha doğru olur. Daha 29'unda kurgusal anlamda şov yapıyor ve bu film, Pulp Fiction başyapıtının da aslında temelini oluşturuyor. Bu filmdeki kurgusunu orada daha da geliştirip, ortaya başarılı bir yapım ortaya koyuyor. Pulp Fiction filminde neredeyse bütün sahneler, bütün karakterler akılda kalıcıydı. O filmi de 31 yaşında yönetmişti. Bu yaşlarda böyle filmler ortaya koymak daha büyük başarı. Bu iki filmde zaten tarzının temellerini atıyor olduğunu da söyleyebiliriz. Adam olacak çocuk o yaşlarda belli oluyor.

Filmde Joe Cabot bir soyguncunun, oğlunun da içinde bulunduğu bir ekibi toplar ve hedefleri bir elmas mağazasını soymaktır. Soygunculara renk isimleri verilir. Soygun da istenildiği gibi gitmez, bir şeyler fark ederler, ekibin içinde bir köstebek vardır. Hem soygun, hem de köstebek olayı farklı bir boyuta taşıyacaktır.

Filmin en iyi performansı tabii ki Mr. Pink rolüyle Steve Buscemi'den geliyor. Bence buradaki performansı, onu Fargo'da canlandırdığı karakteri getirdi, Coen kardeşler bu rolü yüzünden Steve Buscemi'yi tercih etmiştir, çünkü iki filmdeki canlandırdığı karakterler de birbirine benziyor. Filmle ilgili ilginç bilgiler de var, onlardan birisi de oyuncuların kendi takım elbiselerini giydikleri. Tarantino işte ilk adını duyurduğu filmini böyle ilginç detaylarla çekti ve çok iyi bir oyuncu kadrosuyla çekti. Tabii kurgu anlamında çok iyi olsa da, genel olarak eksikleri olan da bir filmdi. Yine de özellikle son sahnesiyle hafızalarda yer etmiş, etmeye de devam edecek bir film.

7/10
 
  • Beğendim
Reactions: bazinga

Rusya - Ukrayna savaşında büyük oğlu Nazım'ı kaybeden Mustafa, küçük oğlu Alim ile birlikte Nazım'ın cenazesini alıp Kırım'a, oğlunu memleket topraklarını gömmek ister. Baba oğulun bu yolda başına gelmeyen de kalmaz; hem kendileriyle yüzleşmek zorundadırlar, hem de geçmişleriyle. Bu yolculuk, bu eve dönüş onlar için fazlasıyla zor olacaktır.

1992 doğumlu Nariman Aliev'in ilk uzun metrajlı filmi. Kendisi Kırım Tatar asıllı Ukraynalı yönetmen. Filmde Ukraynaca ve Tatarca dili öne çıkıyor. Tatarca dili de Türkçe dillerinden Kıpçak grubuna ait bir dil. Bu yüzden Türkiye Türkçesi konuşsak da, bazı şeyler anlaşılabiliyor. Yönetmen savaş üzerinden göndermeler de yapıyor. Bazen konuda kopmalar oluyor ama genel olarak iyi bir film olduğunu söyleyebiliriz. Hele de Kırım'ın adının duyurulması açısından da değerli bir film. Sonuç olarak acı çeken, adının da duyulması gereken memleketlerden birisi. Baba oğul ilişkisi çizilirken de yer yer Andrey Zvyagintsev'in "The Return" isimli filmine benzediğini de belirteyim. Belki bir esinlenme vardır.

Mustafa üzerinden sert bir baba portresi çizildi, ki Nazım'ı kaybetmiş bir baba için gösterdiği bu reaksiyon normaldi. Suçlayacak birilerini aradı, bu yüzden sertleşti. Sertleşmenin yanı sıra zaman içinde yumuşamaya da başladı, hastalığı vardı ve kendini belli edince Alim'e karşı daha yumuşak davranmaya başladı. Bu geçişler mantıklıydı. Mustafa ile Alim'in sandal sahnesi de iyiydi.

Tabii bazı yerlerde düşüşe geçti film. Kaza yaptıktan sonra tamire gitmesi, sonra Alim'in kızla birlikte nehre gitmesi ve eşyalarını çaldırmasıyla başlayan ve kavga gürültüyle eşyalarını geri aldığı sahne. Bu sahneler filmi düşürdü. Genel olarak konudan sapmayıp gidilse daha iyi olurdu. Her şeye rağmen verilmek istenen, özellikle de Kırım üzerinden verilmek istenen mesajlarıyla anlamlı bir filmdi. Çok fazla dramatize de edilmedi, verilmek istenen mesajlar da verildi ve bir baba oğul ilişkisi üzerinde ilerlenerek film bitirildi.

7/10
 
  • Beğendim
Reactions: bazinga

Var git Travis abi yoluna, sen artık yabancısın buralara. Vurmuşsun kendini yollara; bırakmışsın ardında genç bir eş, bir de dört yaşında çocuk. Şimdi zaman geçmiş; saçlı sakallı çıkmışsın kardeşinin karşısına. Toplumdan uzaklaşmışsın; şimdi yakınlaşabilir misin topluma? Var git Travis abi yoluna, sen geçmişinle yüzleşebilir misin?

Sam Shepard'ın hikayelerinden uyarlanan ve L.M. Kit Carson ile birlikte senaryosunu yazdığı filmin yönetmeni, ünlü Alman yönetmen Wim Wenders. Bu arada bu mükemmel filmin Oscar adayı olmadığını biliyor muydunuz? Ne yazık ki bu duygulara işleyen dram film Oscar adayı değildi. Filmin ayrıca ayrı bir estetiği vardı, Harry Dean Stanton'ın saçlı sakallı, takım elbiseli ve kırmızı şapkanın bile ayrı bir estetiği vardı.

Travis abi dört yılı aşkın süredir yok ortalıklarda, kaybolmuş. Bütün derdini yürüdüğü yollara anlatıyor. Öyle bir susmuş ki, konuşmayı unutmuş. Bir gün sağlık sebeplerinden ötürü yolları kardeşi Walt ile kesişir. Uzunca bir süre konuşmaz, sonra konuşmaya başlar; insan içine çıkmaya da başlar, sebebi ise oğlu. Sonrasında da Jane aklına gelir, onu oğlu Hunter ile aramaya başlar.

Travis karakteri iyi bir şekilde aktarıldığını söyleyebilirim. Bütün o kaçışlarını da Jane ile o mükemmel cam muhabbetleriyle öğreniyoruz. O sahneler mükemmeldi, hele sondaki. Tek sorun, Travis ile Hunter arasındaki aralarının açıldığı, Jane sahnesine geçişteki sahne. Biraz hızlı bir geçişti.

Hunter karakteri de çocuk değil de, büyük bir insan gibi. Dört yıl Walt ile Anne'i annesi ve babası yerine koyuyor; sonra Travis'i başta kabullenmiyor, sonra kabullenmeye başlıyor, annesi Jane'i de. İki tarafı da kabullenmeye çalışması, iki taraftan da kopmama isteği olgunluk. Hunter karakterini dramatize ederek aktarılmaması büyük bir artı film için.

Travis'in aslında kendisini neden yollara vurduğu da tam anlamıyla hüzünlü bir hikaye. Travis, Jane'e deli gibi aşık, o cam sahnelerinde de bu çok iyi yansıtılmış. O cam sahneleri unutulmaz, duygular çok iyi geçiyor. Hunter ile Jane'in saç detayı da çok iyiydi, çok iyi bir ayrıntıydı. Bir diğer ayrıntı ise, Travis'in geçmişinden kurtulamayıp, oğlunu Jane'e emanet edip yine kendini yollara vurması. Topluma yabancılaşmış, yalnızlığa alışmış birisi için mutlu bir son bekleyemezsin.

9/10
 
  • Beğendim
Reactions: bazinga

303'ü izlerken kafamda Before üçlemesi canlanmıştı. Kemerlerinizi bağlayın, Before Sunrise filmine gidelim. Film Avusturya'da çekilmişti. 303'ün yönetmeni Hans Weingartner de Avusturyalıydı. Ne alaka mı? Alakası şu; Hans Weingartner, Before Sunrise filminde kafenin patronu rolünde oynamıştı. 25 yaşında kafenin patronunu oynamak, sonrasında da zamanla böyle bir filmi çıkarmak. 303'ü izlerken kafanızda canlanacaktır Before üçlemesi mutlaka. Muhtemelen yönetmen bu üçlemeden esinlenmiştir.

Filmde Jan ve Jule isimli öğrenci iki gencin yolculuk esnasında yollarının kesişmesiyle başlayan bir hikaye anlatılıyor. Jan seyahat ettiği için anlaştığı kişinin ekmesiyle otostop yapar, yolu da 303'e (karavana) sahip olan Jule ile kesişir. Jan'in yolu İspanya'ya, Jule'nin yolu ise Portekiz'e düşecektir. Zaman içinde bu ikili inişli çıkışlı, bazen zıt da olsa ilginç muhabbetlere girer. Bu muhabbetler de düşündüren muhabbetlerdir, birçok konuda konuşurlar.

Klişe tarzda değil, farklı bir tarzdaydı. Güzel görüntüleriyle öne çıkan ve "vıcık vıcık" olmayan bir filmdi. "Vıcık vıcık" diye tabir etmediğimiz filmlerin hastasıyım. İşte bu da bu tarz filmlerden birisi. Hem yolda geçiyor, hem de diyaloglarıyla düşündürüyor, bu da çok iyi. Yoldan koptukları da oluyor ama olacak o kadar, sonuçta o da filmin mola yeri. Başroldeki oyuncular uyumluydu, yönetmen de iyi bir iş çıkarmıştı. Çok iyi bir filmdi.

Jan karakteri babasını bulmaya gider İspanya'ya, üvey babasının sevgisizliği üzerine bunu ister ama yabancılık çekecektir. Jule ise, Portekiz'e sevgilisinin yanına gidecektir. İkilinin bazen kopma ve tartışma noktaları da hayatlarıyla ilgilidir.

Jan ile Jule'un uzun bir yolculukla aşık olmaya başlaması, sanki zamanla yıllardır tanışıyorlarmış hissi bırakmaları çok iyiydi. Hiçbir şey bir anda olmuyor, zamanla oluyor. Hikayeleri de bazen hüzünlendiriyor, bazen de gülümsetiyor.

Jule'un aslında bebek bekliyor oluşu, Jan'i de bir açıdan da sevindirdi. Eğer gerçekten bir bebek bekliyor olsaydı, o bebeğe sahip çıkar ve üvey babasının yapmadığı babalığı yapardı. O çok iyi bir detaydı. Filmin sonunda Jule'u bekleyen Jan'in hüzünlenmesi, sonrasında ise gelmesi çok iyiydi. Öyle de bitebilirdi ama mutlu sonla bitti. Mutlu son bazen klişedir, bazen de hikayenin güzelleşmesi açısından önemlidir. Bu filmdeki son sahne, filmi ayrı bir güzelleştirdi.

9/10
 
  • Beğendim
Reactions: bazinga

Legends of the Fall, Edward Zwick'in yönetmenliğini üstlendiği efsanevi 1994 yılının filmlerinden birisi. 1995 yılında Oscar'da üç adaylık kazandı ve "en iyi sinematografi" ödülünü kazandı. O dönem o kadar büyük filmler vizyona girdi ki, hemen hemen hepsinin aldığı ödül tartışılabilir. The Shawshank Redemption'ı bu kadar zirveye taşıyan şey de, yedi dalda aday olup hiçbirinde ödül alamaması olmuştur. Özellikle bu detay zirveye taşımıştır filmi.

O kadar film izledim, dokunduğu yeri eriten iki karakter gözümde canlanıyor; birincisi bu filmdeki Tristan, ikincisi de Roma'daki Cleo. Dokunduğu yeri eriten iki karakter evlense muhtemelen dünyanın sonu gelir. Gerçekten de Tristan ile Cleo talisizlikleriyle öne çıkıyor. Hatta bu talihsizlikleri sinir bozucu da olabiliyor.

Film 20. yüzyılın başlarında geçiyor. ABD ordusunda görev alan Albay William Ludlow görevinden ayrılarak Montana'daki kaya dağlarından birine üç oğluyla birlikte yerleşiyor. Oğulları büyüyor, dertleri de büyüyor. Evdeki kardeşlerden birisi olan Samuel'in Susannah isimli bir kadınla nişanlanması beraberinde birçok olayı da getirir. Üç kardeş birinci dünya savaşı için savaşa katılır, Samuel hayatını kaybeder ve geride Susannah'ın hayatında ona aşık olan iki adam kalır; bir tarafta ilk gördüğü andan itibaren etkilendiği Tristan, bir tarafta Alfred. Filmde aynı zamanda Kızılderili vurgusu vardı, o vurgu iyiydi.

Film sanki mektuplardan esinlenerek oluşturulmuş gibiydi. Filmde özellikle mektuplar üzerinden anlatıcının hakim olduğu bir filmdi. Tabii ki kurgusal bir film, gerçekle alakası yok ayrı konu. Daha çok 1914 ile 1921 arası dönemde geçiyor. Brad Pitt'in ön planda olduğu ilk başrol filmlerden biri olduğunu söyleyebiliriz. Filmde 30'lu yaşlarıyla kendini gösteriyor. Anthony Hopkins ustayla birlikte tabii daha sonra Meet Joe Black filminde de rol alıyor.

Tristan'ın dokunduğu yeri eritmeleri:

Varan 1: Samuel'i kendi gözlerinin önünde kaybetmesi, engel olamaması. Üstüne sonraları çıldırma noktasına gelmesi.

Varan 2: Susannah ile yakınlaşamya başlaması ama çok yakında başlaması. Sonsuza kadar bekleyeceğini söylemesi ama sonraları çok uzaklara gidip onun başkasıyla evlenmesini söylemesi. Ardından da Susannah'ın Alfred ile evlenmesi.

Varan 3: Susannah'ı kaybeden Tristan üstüne bir de gittikten sonra babası Ludlow'un saçlarının Tristan'ın Susannah'a yazdığı mektup sonrası saçlarının beyazlayıp inme inmesi.

Varan 4: Isabel Two'nun Susannah'a büyüyünce Tristan'la evleneceğini söylemesi ve gerçekten evlenmeleri, çocuklarının olması, birinin adının da Samuel koymaları ama işin sonunda Tristan'ın yasak içki satışı yapması sonucu güvenlik güçleri tarafından havaya atılan kurşun sonucu yanlışlıkla Isabel Two'ya isabet etmesi sonucu Isabel'in hayatını kaybetmesi.

Varan 5: Isabel Two'nun ölmesinin ardından güvenlik güçlerini saldırması; ancak saldırdığı kişiye hiçbir şey olmaması, kınamayla işin bitmesi. Olan Tristan'a olması, 30 gün boyunca hapse girmesi.

Varan 6: Tristan'a kavuşamayacağını anlayan Susannah'ın saçlarını kesip sonrasında kafasına kurşun dayayıp hayatına son vermesi.

Varan 7: Bu gibi olaylardan sonra güvenlik güçlerinin saldırılarına maruz kalmaya devam etmesi ama etkisiz hale getirmeyi de başarması.

Varan 8: Kendisini sürekli olarak uzaklaştırmaya çalışan Tristan'ın herkesi gömmesi ama sonunda kendisinin ayı saldırısı sonucu hayatını kaybetmesi? Yo yok evet, bunların hepsi yaşanıyor. Sonunda Tristan ayı saldırısına uğrayıp yaşamını yitiriyor.

Birinci Dünya Savaşı sahneleri çok kötüydü, sokaktaki dövüş gibiydi. Anthony Hopkins'in inme indikten sonra sahneleri de kötüydü doğrusu, usta oyuncu elinden geleni yapsa da bana gerçekçi gelmedi. Bir de Alfred'in meclise girip yükselme olayı vardı ki, sanki bir anda oluyormuş gibi his verdi. Bunun dışında film için "iyi bir film" diyebiliriz.

7/10
 
  • Beğendim
Reactions: bazinga

Roman Polanski'nin The Pianist'i çekmesi ne kadar anlamlıysa, Steven Spielberg'in de Schindler's List' çekmesi o kadar anlamlı. Bunun sebebi ise, iki yönetmenin de Yahudi kökenli olması. Oscar 1994'e en iyi film, en iyi yönetmen, en iyi sinematografi başta olmak üzere damga vuran bir film, IMDb top 250 listesinde ilk 10'da yer alan bir film. Ünlü yönetmen Steven Spielberg'in de zirve işi. Bu film kadar hiçbir filmi bu kadar çok damgasını vuramadı.

Filmde Polonya'nın işgali sırasında Nazi parti üyesi olan bir Alman sanayicisi olan Oskar Schindler'in hayatının Yahudi soykırımı olaylarının geçtiği dönemi anlatılıyor. Film boyunca herhangi bir savaş göremeyeceksiniz, savaş yok. Daha çok Nazi subaylarının Yahudilere olan müdahalesini göreceksiniz.

Filmin renksiz olması filme belgesel havası katmış, o dönemi hissettiriyor gibiydi. Filmde bazı yerlerde kopmalar da oldu ya da bana öyle geldi. Filmin süresi de çok uzun, biraz kısa da olabilirdi. Yine de etkileyici bir filmdi tabii ki. Özellikle son sahneler iyiydi, bir de sondaki renkli kısım etkileyiciydi, gerçekle olan bağlantısı gözler önüne serildi. Kısacası iyi bir filmdi.

8/10
 

Frances Ha, Noah Baumbach'in yönetmenliğini üstlendiği bir film. Filmin senaryosunu eşi Greta Gerwig ile birlikte yazıyor ve filmin başrol oyuncusu da Greta Gerwig. Filmin tatlılığı da Greta Gerwig'in sempatik oyunculuğundan geliyor. Bu ikili yönetmen olarak 2020 Oscar'da birlikte karşılaşmıştı. Bir tarafta Marriage Story ile Noah Baumbach, bir tarafta da Little Women ile Greta Gerwig. Bu ikisinin ortak yaptığı film ise, işte bu film.

Bir dans topluluğunda stajyer olan Frances'in hayatı pek de yolunda gitmez. Tabii ki istediği daimi bir çalışan olmaktır. Onu bu hayatta tek anlayan kişi ise, ev arkadaşı Sophie'dir. Zamanla iki arkadaşın arası açılacak ve Frances için işler daha da kötü gitmeye başlayacak. Frances davranışsal anlamda da değişim geçirmeye başlayacak.

Filmin renksiz olması filme ayrı bir estetik katmış. Üst düzey bir senaryosu yok ama sempatik. Frances'in yalnızlığının davranışlara yansıması, filmin sempatikliği artırıyor. Bir kadının özellikle bu filmi izlerken çok şey hissedeceğine eminim; çünkü filmde kendi ayaklarının üstünde durmaya çalışan, tökezlese de inatla deneyen bir kadın karakter var. Bu tarz karakterlerin giderek çoğalması, kadınlara ilham vermesi adına çok iyi.

7/10
 


20.000 sene öncesinin dünyasını, buzul çağın kısımlarını anlattığını öğrendiğim için hemen daldım filme. Başından sonuna dek keyifli bir seyir sunuyor, sıkmıyor ve izleyeni kısmen o döneme adapte ediyor.

Ama film çok iyi olacakken ucundan dönmüş bir klişe filme bürünüyor ne yazık ki. Halbuki bazı şeyler farklı olsa çok daha yüksek puanı hak ediyor diyebilirdik...

Yine de kurt-köpek karışımı bir hayvanla insanın dostluğuna dair 20.000 senesi öncesinde geçen çerezlik ve çok mantık aranmadığı sürece seyri keyifli bir film diyebiliriz.

Özellikle filmin sonunda eğer çocuk ölseydi o soğukta, gayet başarılı bir dram izledik diyebilirdik. Ama klişe galip geldi ve onca badireyi atlatıp yetmezmiş gibi bir de öylesine korkunç soğukta hayatta kalıp hatta buzulun altına düşüp sonra çıplak şekilde o buzulda yine hayatta kalıp ardından o kadar yol kat edip evini bulması... Fantastik geldi açıkçası.

Soğukta hayatta kalma kısımları ve av sahnesi gerçekçi gelmedi. Kurttan adeta köpeğe evrilme olayı da bu kadar hızlı olması biraz zorlama ama neyse dedik...


6.75
 


20.000 sene öncesinin dünyasını, buzul çağın kısımlarını anlattığını öğrendiğim için hemen daldım filme. Başından sonuna dek keyifli bir seyir sunuyor, sıkmıyor ve izleyeni kısmen o döneme adapte ediyor.

Ama film çok iyi olacakken ucundan dönmüş bir klişe filme bürünüyor ne yazık ki. Halbuki bazı şeyler farklı olsa çok daha yüksek puanı hak ediyor diyebilirdik...

Yine de kurt-köpek karışımı bir hayvanla insanın dostluğuna dair 20.000 senesi öncesinde geçen çerezlik ve çok mantık aranmadığı sürece seyri keyifli bir film diyebiliriz.

Özellikle filmin sonunda eğer çocuk ölseydi o soğukta, gayet başarılı bir dram izledik diyebilirdik. Ama klişe galip geldi ve onca badireyi atlatıp yetmezmiş gibi bir de öylesine korkunç soğukta hayatta kalıp hatta buzulun altına düşüp sonra çıplak şekilde o buzulda yine hayatta kalıp ardından o kadar yol kat edip evini bulması... Fantastik geldi açıkçası.

Soğukta hayatta kalma kısımları ve av sahnesi gerçekçi gelmedi. Kurttan adeta köpeğe evrilme olayı da bu kadar hızlı olması biraz zorlama ama neyse dedik...


6.75
Ooo film izliyor reis. Keşke etkinlik filmlerini de izlese. :A
 
Ooo film izliyor reis. Keşke etkinlik filmlerini de izlese. :A
Aslında etkinlik filmlerine tek tek baktım neredeyse ve ilgimi çekse anında izleyeceğim ama cidden seçilen filmlerden çok azı ilgimi çekti ve onları da aradan çıkardım zaten :A Yine de 1-2 film izlemeye çalışacağım etkinlik bitmeden, gelecek sezona oy hakkımız olsun bari :A
 
  • Üzücü
  • Güldürdün
Reactions: bazinga and Araf
Aslında etkinlik filmlerine tek tek baktım neredeyse ve ilgimi çekse anında izleyeceğim ama cidden seçilen filmlerden çok azı ilgimi çekti ve onları da aradan çıkardım zaten :A Yine de 1-2 film izlemeye çalışacağım etkinlik bitmeden, gelecek sezona oy hakkımız olsun bari :A
Benim gibi inat edip hepsini izleyebilirdin aslında. En azından sinematografik şölen JFK'yi izle. Diğer filmlere de bir göz gezdir. JFK dışında diğer filmlerin üst düzey uzunluğu yok. İzlersin hepsini her türlü. :D
 
  • Beğendim
Reactions: Tolstoyevski