'Masumlar Apartmanı' senaristleri başarılı gazeteci Ayşe Arman'a konuştu!
Yapımcılığını OGM Pictures'ın yönetenliğini Çağrı Lostuvalı'nın üstlendiği, başrollerini Ezgi Mıola, Birkan Sokullu, Farah Zeynep Abdullah ve Merve Dizdar'ın paylaştığı yapım yarın akşam sezon finali bölümüyle izleyici karşısına çıkacak.
Bu sezonun sürpriz işlerinden biri olan dizinin senaristleri Rana Mamatlıoğlu ike Deniz Madanoğlu, gazeteci Ayşe Arman'a konuştu ve röportajdan satır başları ise şöyle:
- “Masumlar Apartmanı”, Türk dizi tarihine damgasını vuran işlerden biri oldu. Yarın da sezon finalini izleyeceğiz. Tüm ekibi tek tek alkışlıyorum. Şu pandemide, Salı günlerimizi siz kurtardınız, birkaç saat nefes almamızı sağladınız…
Rana: Gerçekten o nefesi aldırabildiysek, ne mutlu bize! Yaptığımız işin ilgi görmesi, bu kadar sahiplenilmesi çok mutlu etti bizi…
- Peki bu nasıl bir sorumluluk? Her iyi bölümden sonra, “İşte şimdi yandık! Bundan daha iyisini nasıl yazacağız?!” dediniz mi? Her hafta, sınavdaymış gibi hissettiniz mi?
Rana: O “Yandık!” hissi hep oldu! Ama haftalık yayınlanan bir dizinin senaristliği, biraz da böyle bir şey. Bir sezonda, yaklaşık 40 bölüm yazmak, bunu da karakterlerinize, hikayenize en sadık şekilde yapmak ve üstüne koyarak ilerlemeye çalışmak çok kolay değil. Sakinlikle yapılabilecek bir iş, hiç değil. Bir de ben, kendi adıma, biraz da o endişeden beslenen biriyim. Kendini yiyenlerdenim yani. Ama yaptığınız işin, seyircide, böyle güzel karşılık bulması, “daha iyisini” yapmak için insanı inanılmaz motive ediyor.
Deniz: Ben de “Vaoovv! Muhteşem bir şey yazdık. Bunun üstüne bi daha nasıl çıkarız duygusu hiç hissetmedim. Dolayısıyla, hiç sırtımı yaslayıp, “Şimdi onlar düşünsün!” gibi bir koltuk kabarması yaşamadım. Daha ziyade, bölümü televizyonda izledikten sonra, topluca ne kadar iyi bir iş çıkardığımızı fark ettim.
- “Masumlar Apartmanı”, Dr. Gülseren Budayıcıoğlu’nun “Madalyonun İçi” kitabındaki “Çöp Ev” hikayesinden uyarlandı. Verilmek istenen mesaj aynı olsa da hikayede farklılıklar var. Neler onlar?
Rana: Başta Han, İnci, haliyle birçok karakter kitapta yok. Neriman, liseye giden biri değil. Çalışan ve bizim hikayemizdeki Han gibi, ablalarına dayanak olan bir karakter. Bunun dışında ne fark var derseniz; kitaptaki zamandan farklı bir zamandan başladı bizim hikaye. Kitapta, karakterleri tanıdığımız zamanın öncesinden… Bunların dışındaki en büyük farklılık herhalde Naci. Gerçekte o, otobüs kazasında ölüyor. Ama biz, Safiye’nin aşkını; o aşkın, onda ne gibi etkiler, dönüşümler yaratacağını anlatmak istedik. Aynı şekilde, Gülben’in Esat’a duyduğu aşk da kitapta olmayan hikayelerden biri.
Deniz: Bir de kitapta; hikaye, tamamen terapi sürecinde geçiyor. Neriman’ın yaşı, Rana’nın söylediği gibi daha büyük. Ve hikaye, onun doktora gidişiyle başlıyor. Hikmet ve Gülben karakterleri, bu kadar sempatik değil. Buradan Metin Coşkun’a ve Merve’ye sevgiler… Safiye’nin lisede bir arkadaşı olduğu ve otobüs çarpıp öldüğünü biliyoruz, bir daha da hiç kimseye kalbini açtığını duymuyoruz. Biz Naci’yi yıllar sonra geri getirdik ve Safiye’nin seven ve aşk acısı çeken, daha kadınsal yönünü anlattık. Han gibi bir erkek kardeşleri yok. “Bu aileden erkek evlat çıksa, o nasıl sancılar çekerdi, ilerde ilişkisinde nasıl güven sorunları yaşardı?” bunu anlatıyoruz. Kaynağımız kitap ama bayağı bağımsız gidiyoruz.
- Peki başka hangi karakterler, Dr. Gülseren Budayıcıoğlu’nun romanında yok?
Rana: İnci’yle alakalı tüm karakterler. Memduh, Ege, Esra… Bunun dışında Esat, Bayram… Kısacası, Hikmet, Safiye, Gülben, Hasibe ve Neriman dışındaki tüm karakterler kurgu. Naci var ama hem adı başka hem de Safiye’nin gençlik döneminde görüyoruz sadece.
Deniz: Anıl, Okşan, Gamze, Emre, terapist Yağmur yok. Kısacası, evdeki üç kız ve anne babaları dışında her karakter kurmaca.
- Peki seyirciden gelen reaksiyonlara göre, tali yollara saptınız mı? “Şu karakter tuttu, ona daha fazla diyalog yazalım” gibi…
Rana: Seyirciden gelen reaksiyona göre hikayeyi şekillendirmek, çok olası bir şey değil. Kaldı ki, seyircinin talepleri de farklı oluyor. Farklı karakterleri daha çok benimseyen, onları ağırlıklı olarak izlemek isteyen farklı seyirci grupları var. Bir hafta Safiyeciler’den linç yiyoruz, bir hafta Gülbenciler’den, bir hafta da İncici’lerden! Ha ama belki farkında olmadan etkilendiğimiz yerler oluyordur. İzlediğimizde, beklediğimizden daha iyi çıkan durumlar, karakterler görünce, mutlaka biz de kayıtsız kalamıyoruzdur.
Deniz: Bilinç dışımıza kesin kaydoluyordur, hiç dikkate almıyoruz desek, yalan olur. Naci’nin bu kadar sevilmesi mesela, beklenmedik bir durum oldu. Sanırım orda, seyirci hassasiyetini dikkate aldık. Geri dönmesi meselesini kastetmiyorum. Zaten 13 bölümdü hikayesi ama biz de yazmaya doyamadık. Tansel de çok bütünleşti karakterle, Safiye’nin de yüzü gülünce… Bu çifte kıyamıyoruz diyelim. İnşallah iyileşir. Ama Anıl’ı mesela yazmayı çok seviyorum ve “Tuttu” mu “Tutmadı” mı hiç bilmiyorum, umurumda da değil.
Röportajın tamamını şuradan okuyabilirsiniz.- Peki siz, dizinin başarısını neye bağlıyorsunuz?
Rana: Hani derler ya: “Bu iş, bir ekip işi!” diye. Gerçekten de dizimiz seyircide karşılık bulduysa, sebebi tam olarak bu. Bu kadar iyi çekilmeseydi, dünya bu kadar iyi kurulmasaydı, oyuncularımız karakterlerini bu kadar benimsemeyip, her seferinde kendilerine hayran bırakan performanslar sergilemeseydi, yapımcımız bu kadar cesur olmasıydı, sanat yönetiminden müziğine, ışığına, kurgusuna, ekipte yer alan her bir kişi işini bu kadar iyi yapmasaydı, belki de bu hikaye bu kadar sahiplenilmezdi. Tabii kanalımız TRT 1’in de böyle farklı bir hikayeye şans vermesi ve işin ilerleyişinde hep arkamızda durması önemli. Hikayemizin farklılığının da etkisi var tabii. Hepimizin bir yarası var. Hayatta, kimsenin hasarsız, yarasız, kusursuz olmadığını görmek; izleyenin yarasına da merhem oluyor. “Onlar da benim gibi zaaflı, benden çok farklı da olsa ‘bir nedenle’ bunları yaşamışlar!” diyor izlerken. Onların sebeplerini gördükçe, “Benimkiler de sebepsiz değil!” diyor belki. Bu da, diziyi, insani bir merakla, yargılamadan, anlayarak takip etme isteği doğuruyor sanırım.
Deniz: Başarısını neye mi bağlıyorum? Pandeminin ruhuna, dizideki her unsurun çok iyi oluşuna, yapımcının vizyonunun genişliğine, yönetmenlerimizin dizi değil, sanat eseri üretmelerine, oyuncularının adanmışlığına, hikayenin samimiyetine ve genel geçer kuralların değil yaratıcılığın önemsenmesine… Senaristlerinin özel hayatının olmayışına bir de 🙂