çağlardan biridir.
Bu dönemde (M.Ö. 8000-5500) önceki devirlere göre daha sert ve daha düzgün taş aletler yapılmıştır. Topraktan veya
yapılan kaplar ateşte pişirilmiş, bunun sonucunda seramik sanatı başlamıştır. Bu devirdeki insanlar bilgi ve teknikte önceki dönemlere göre oldukça ileri bir düzeye çıkmışlardır. Kemik ve taştan daha kullanışlı aletler yapılmıştır. İnsanların yerleşik düzene geçmesi de bu dönemde meydana gelmiştir. Birbirine yakın aileler topluca bir yerde oturarak köyleri meydana getirmişlerdir. Böylece tarihteki ilk köyler kurulmuştur. Ayrıca insanlar tahıl üretimine de başlamış, hayvanlar evcilleştirilmiş, insanlar tüketicilikten üretici duruma geçmişlerdir. İlk defa
başlamıştır.
Gezegende yaşanan son buzul çağının sona ermesi ardından, insan topluluklarının yayılma eğilimi gösterdikleri ılıman iklim kuşaklarında, yepyeni bir evrimsel açılım yaşanmaya başlanmıştır. Buzulların çekilmesiyle ılıman iklim kuşağında gerek fauna gerekse flora, hem çeşitlilik hem de popülasyon olarak belirgin gelişmeler göstermiştir. Bu mevsimsel farklılıkların oldukça belirgin olduğu ve genellikle kurak sayılabilecek yaşam alanlarında ortaya çıkan ve yayılabilen türler, kaçınılmaz olarak dayanıklı, uyum sağlama ve üreme yetenekleri geniş, görece daha küçük cüsseli türlerdi. İşte bu ortam, insan topluluklarına geniş olanaklar sunmuştur.
gibi yaygın, kurak iklime uyumlu bitki türlerinin ve koyun, keçi, sığır gibi otçul türlerin ortaya çıkması ve yaygınlaşmasıyla insan topluluklarının yaşam biçimi de değişmeye başlamıştır. Doğaya doğrudan müdahale ederek, besin olarak kullanılabilecek bitki türlerini yetiştirme ve bazı hayvan türlerini evcilleştirerek sürüler oluşturmak, bu dönemin belirgin özelliği olmuştur.
İnsan toplulukları bu yeni yaşam tarzında iki ana kolda gelişme göstermişlerdi. Bazı topluluklar evcilleştirdikleri hayvanlardan oluşan sürüleri temel besin kaynağı olarak kullanırken bazı topluluklar ise sınırlı ölçüde de olsa bahçe tarımına başlamışlardır. Her iki ana kol da avcı-toplayı topluluklar olmaktan zamanla çıkmış, bir anlamda besin üreten topluluklar haline dönüşmeye başlamışlardır. Kuşkusuz ağırlıklı olarak tarımla uğraşan topluluklar, avcı-toplayıcı toplulukların yaşam tarzını bırakarak yerleşik düzene geçmek zorunda kalmışlardır. Ağırlıklı olarak hayvan sürülerini kullanan topluluklar ise göçebe ya da yarı-göçebe topluluklar haline gelmişlerdir.
yapmanın öğrenilmesi bu toplumların beslenme ve yaşam tarzlarında kökten değişikliklere yol açmıştır. Büyük ölçüde rastlantılara, ileri derecede uzmanlaşmaya bağlı olan avcı-toplayıcı yaşam tarzı yerini, besin maddelerini stoklayabilen ve beslenme açısından daha güvenli toplumlar yaratmıştır.
" olarak adlandırılan ve insan topluluklarının yaşam biçiminde köklü değişikliklere yol açan bir süreçtir. Kuşkusuz gezegenin her yöresinde yaşamakta olan topluluklarda zamandaş olarak ortaya çıkmayan Neolitik Devrim, başlangıçta,
gibi, geniş ve düzenli akarsuların yaygın olduğu bölgelerde ortaya çıkmıştır.
Tarımın keşfedildiği ilk yer Orta Doğu’ da verimli hilal adı verilen bölgedir. Tarımın keşfedilmiş olması üretici ekonomiye geçişin başlangıcı olduğundan en önemli gelişmedir. Ayrıca bu dönemde hayvanlar evcilleştirilmiye başlanmıştır. Hatta köpek Mezolotik dönemde evcilleştirilmiştir. Köpek evcilleştirilen ilk hayvandır. Etinden, sütünden, yününden vb. faydalanmak amacı ile koyun, keçi, domuz ve sığır gibi hayvanlar daha sonraları evcilleştirilen hayvanlardır. Daha sonraki gelişmelerde, ev yapımı vardır. İlk önceleri dairesel kulubeler halinde başlayan ev yapımları, sonraları dikdörtgenler şeklinde gerçek ev görünümünde yapılmıştır. Doğal sonucu olarak köyler ortaya çıkmıştır. Uzun mesafeli ticarete konu olan ilk mal, obsidyendur. (Obsidyen, lav veya cam taşıdır. Siyah renkli volkanik taştır) Obsidyen alet yapımında kullanılan hammaddedir. Bu çağda bakırda kullanılmaya başlamıştır.
Bu çağda, avcılık tamamen terkedilmiştir. Artık besin üretimine dayalı ekonomi tamamen yerleşmiştir. Düzenli evler yapılmıştır. Bu evlerin ayrı ayrı odaları vardır. Ayrıca Jeriko ve Jarma (Filistin) gibi yerleşim yerlerinin etrafına sur duvarları yapılmıştır. Sur durvarları derin hendeklerle çevrilmiştir. Bu duvarların önemi, ortak emek gücünün kullanılması ve ileri düzeyde bir toplumsal örgütlenmenin görülmesidir. Bu dönemin sonuna doğru, ölüler evlerin tabanına gömülmek yerine yerleşim yerlerinin dışında bir yere gömülmeye başlanmıştır.
MÖ 5000-3000 yılları arasını kapsayan tarih öncesi dönemdir.
dır.
Taş aletler yanında bakırın da kullanılmaya başlamasından dolayı Kalkolitik Çağ olarak adlandırılan bu dönemin, Geç Neolitiğin bir devamı olduğu Hacılar, Canhasan, Kuruçay gibi yerleşim yerlerindeki devamlılıktan anlaşılmaktadır. Bu çağda da, Neolitikde olduğu gibi, bölgesel özellikler hakimdir. Kalkolitik Çağ Erken, Orta ve Geç olmak üzere üç evrede incelenir. Anadolu’da bugüne kadar tanınan en gelişmiş Erken Kalkolitik kültür Hacılar’da karşımıza çıkmaktadır. Kare ya da dikdörtgen planlı, taş temelli, kerpiç yapılar düz damlıdır. Evler arasındaki dar sokakları ve yerleşmenin etrafını çevreleyen kerpiç koruma duvarı ile Hacılar bir kent görünümündedir. Bitişik düzendeki evlere geniş avludan açılan kapılardan girilir. Evlerdeki geniş mekanlarda küçük bir kutsal alan, işlik, kuyu ve çanak çömlek atölyeleri bulunmaktadır. Hacılar’da bu çağın en belirgin özelliği, el yapımı, boyalı çanak çömleğin kullanılmış olmasıdır. Hacılar’ın Erken Kalkolitik Çağa ait V - I katlarında (İ. Ö. 5400 - 4750), teknik ve form açısından ileri bir düzeye erişmiş parlak perdahlı, tek renkli çanak çömleklerinin yanı sıra zengin bezeklere sahip boyalı çanak çömlek giderek artış göstermektedir. Boyalı olanlar krem ya da pembemsi sarı renkte zemin üzerine kırmızımsı kahverengi ile yapılmış geometrik motiflerle bezenmiştir. Oval ağızlı kaseler, küre gövdeli çömlekler, iri vazolar, dikdörtgen çanaklar, küpler ve testiler değişik kap formları arasındadır. Neolitik Çağın devamı olan pişmiş toprak tanrıça heykelciklerinin çoğu oturur durumda ve daha şematik olarak yapılmıştır. Taş, kemik ve az sayıdaki bakır eşya da aynı geleneğin devamıdır.
Geç Kalkolitik Çağın Batı Anadolu’daki önemli yerleşme birimlerinden biri de Beycesultan’dır. Denizli iline bağlı Çivril İlçesinin 5 km. güneydoğusundaki bu yerleşim yerinde saptanan 40 yapı katından XL - XX’nin (İ. Ö. 4000 - 3000) Geç Kalkolitik Çağa ait olduğu anlaşılmıştır. Dikdörtgen planlı kerpiç yapıların bazıları uzun ve (MEGARON) tipini andırmaktadır. Yapıların içinde duvarlara destek görevi yapan payeleri, ocak yerleri, duvar kenarlarında sekileri, içleri sıvalı silo / erzak bölümleri bulunmaktadır. Beycesultan’da bir çömlek içinde ele geçmiş olan gümüş yüzük, bakır aletler, hançer parçası ve üç iğne maden aletler bakımından önemli bir grubu oluşturur. Geç Kalkolitik Çağ seramiği gri, siyah, kahverengi zeminli ya da bu renkler üzerine beyaz geometrik boyalı, bazıları çizi bezelidir.
İç Anadolu’nun kuzey kesiminde bugüne değin karşılaşılan en eski yerleşim Geç Kalkolitik Çağa aittir. Bunlardan Alişar ve Alacahöyük buluntular ımüzede sergilenmektedir. Yozgat ilinin 67 km. güneydoğusundaki Alişar’da yapılan kazılarda 19 - 12 M katları ile Çorum ili, Alaca ilçesinin Höyük köyündeki Alacahöyük’te yapılan kazılarda 15 - 9. katlarının Geç Kalkolitik Çağın sonuna ait olduğu anlaşılmıştır. Her iki yerleşim yerinde de dikdörtgen planlı kerpiç yapılara ait kalıntılar ve kahverengi, siyah, koyu gri renklerde çanak çömleklere rastlanmıştır. Tek renkli olan seramiklerin bazısı çizi ya da oyma bezeklidir. Kap formları arasında meyvelikler, maşrapalar ve küpler çoğunluktadır.
Müzede Doğu Anadolu’nun Orta Kalkolitik Çağı, Tilkitepe malzemeleri ile temsil edilmektedir. Van Gölünün güneydoğusundaki Tilkitepe’de yapılan kazılarda, obsidiyen aletler ve hammaddelerin yanı sıra Halaf seramiği olarak adlandırılan boyalı çanak çömleklere de rastlanmıştır.
Kalkolitik Çağ’da Anadolu’da ölü gömme adetleri bölgelere göre değişiklik göstermektedir. Ölüler yerleşim yeri içine veya yerleşim yeri dışına toprak, küp ya da taş sanduka biçimli mezarlara gömülmüş, yanlarına ölü hediyesi olarak çanak, çömlek, süs eşyası ve silahlar bırakılmıştır.
Daha yoğun bir yerleşim görmüş olmasına karşın Kalkolitik Çağda da Anadolu’da bir kültür bütünlüğünden söz edilemez. Bu dönemde Anadolu’nun coğrafi ve topoğrafik konumu gereği bazı dış etkiler söz konusudur. Kuzeybatı Anadolu, Balkanlar ve Ege Adalarında, Doğu ve Güneydoğu Anadolu, Kuzey Mezopotamya’da, Çukurova ise Kuzey Suriye’de gelişen kültürlerin etkilerini gösterir.
Konya ili, Karaman ilçesinin 13 km. kuzeydoğusundaki Kalkolitik Çağ yerleşim yeri olan Canhasan’da bu çağın üç evresi (3 - 1. katlar) saptanmıştır. Konya Ovasını Çukurova’ya bağlayan doğal yol üzerindeki konumu gereği Canhasan, bu bölgeler arasındaki ticari ve kültürel bağlantıyı sağlayan bir yerleşim yeri durumundadır. Hacılar’a benzer dikdörtgen planlı evlerin duvarları geometrik motifli resimlerle bezelidir. El yapımı, ince çeperli seramik krem ya da devetüyü astarlıdır. Tek renkliler yanında kırmızı ya da siyah renk boyalılar ve bazıları beyaz bir madde ile doldurulmuş çizi bezekli olanlar vardır. Bakırdan bir bilezik, topuz ya da asa başı ile bazı bakır parçalar Canhasan’ın önemli bakır buluntuları arasında yer alırlar.
dönem başlamıştır. Bu dönemin en önemli özelliği taş aletlerin yanı sıra bakırın da kullanılmaya başlanmasıdır. İkinci önemli özellik ise özgün desenli kapların üretilmesidir.
ilk evresi olan Erken Kalkolitik’te nüfus artışıyla birlikte yerleşim yeri sayısında da artış vardır. Önemli yerleşim yerleri arasında
, Norşuntepe, Korucutepe, Kurban Höyük, Samsat ve Tilkitepe sayılabilir. Tüm bu yerleşimlerin yanı sıra Doğu Anadolu'da, günümüz Malatya şehri sınırları içersinde yer alan
yerel kalkolitik kültürlerin anlaşılması ve doğru tanınması bakımından çok önemlidir.
ve Hacınebi (Şanlıurfa) gibi kazılardan elde edilen sonuçlar Mezopotamyanın etkisi ile bölgede bir kentleşme sürecinin başladığı fikrini kökünden yıkmıştır. Çatalhöyük kemik buluntuları sonuçlarına göre R1b ve R1a gurubunun M.Ö. 5000-4700 yıllarında anadolu'ya gelerek Anadolu yerli insanını oluşturduğu ve bu toplumun Mezopotamya'dan çok daha önce şehirleşme sürecine girdiği anlaşılmıştır.
İkinci evreyi oluşturan geç kalkolitik dönem kabaca MÖ 4. bine tarihlenir.
bu dönemde büyük olasılıkla Boğazlar üzerinden gelen göçlere sahne olmuştur. Buna bağlı olarak nüfus artmış ve yeni yerleşim yerleri ortaya çıkmıştır. Artık Anadolunun bütününde homojen bir kültürden söz etmek söz konusu değildir. Göçlerle gelen etkiler sonucu eski ince kap formlarının yanında onlardan tümüyle farklı, siyah zemin üzerine beyaz boya ile yapılmış çizgilerle bezenmiş yeni kap çeşitleri ortaya çıkmıştır. Daha önceki gerçekçi Anatanrıça figürinlerinin aksine son derece soyut, fakat yine Anatanrıçayı ifade eden, mermerden yapılma
yaygınlaşmıştır.
bulunmamaktadır. Genel olarak sadece bebekler ev içlerine gömülmüştür. Yetişkinler ise yerleşim dışına gömülmektedir. Halk
da yapmaktadır.
halklarının hammadde ve alet kültürlerindeki üçüncü evre. Bölgeden bölgeye farketmekle birlikte yaklaşık olarak MÖ 3000 - MÖ 1000 yılları arasında gerçekleşmiştir.
Anadolu'da Kalkolitik sonunda görülür. Ancak tunç madeninin alet ve kap yapılmasında kullanılması MÖ 3. binyıl başlarına rastlar.
'da tunçtan eserlerin yapılmaya başlandığı sıralarda (MÖ 4. binyıl sonu) yazı keşfedilmiş bulunduğundan bu ülkeler için Tunç Çağı deyimi yerine yazılı belgelerden elde edilen kronoloji ve sınıflandırmalar kullanılır. Buna karşılık yazıyı henüz kullanmayan Anadolu, Hellas (
ve Avrupa gibi bölgeler için Tunç Çağı deyimi geçerlidir. Tunç Çağı Anadolu'da MÖ 3000,
'te, Ege'de ve Hellas'ta MÖ 2500 - MÖ 2000, Avrupa'da ise MÖ 2000 yıllarında başlar.
'da yaklaşık M.Ö. 3000-2000 yılları arasına tarihlendirilen
), genel karakteri ile üzerinde tapınak ve idari binaların da bulunduğu organize, tahkimli, bağımsız şehir devletlerinden oluşan bir dönemi kapsar. Sosyal, dinsel ve teknolojik değişime tanıklık eder.
Bu yeni dönem, önceki çağların tarım hayvancılık, dokumacılık, çömlekçilik gibi buluşlarına, daha güçlü silahların üretilmesine, daha ince süs eşyalarının yapılmasına olanak veren bakır ve kalay alaşımı olan tuncun keşfini eklemiştir.
elde edilmesi dönemin madenciliği açısından önemli bir gelişmedir.
Besin üretimi alanında olduğu gibi, metal işleme alanında da teknolojik gelişmeler her bölgede eş zamanlı olarak yaşanmamıştır.
gibi değerli madenlerden yapılmış gömü hediyeleri içeren mezarlıklar toplumsal değişikliğin kanıtıdır.
'ı kapsayan geniş bir ticaret ağı kurulmuştur. Tunç Çağına Anadolu'da M.Ö. 3000,
'da M.Ö. 2500,
'da ise M.Ö. 2000 yıllarında ulaşılabilmiştir.
'da M.Ö. 3000-1200 yılları arasında ele alınan Tunç Çağı kazılarında bulunan çanak çömleğin yapısına, üretimde ve mimaride kullanlan teknolojinin düzeyine göre Erken, Orta ve Geç Tunç olmak üzere üç evrede incelenir.
, aynı zamanda Asur Ticaret Kolonileri çağı ve Eski Hitit Çağı olarak adlandırılır. Orta
'da ticaret merkezleri kurulmuştur. Bu merkezlerin büyüğüne "karum", küçüğüne ise "wabartum" denir. Asurlu tüccarlar Anadolu'ya kalay ve kumaş getirmişlerdir. Anadolu'dan gümüş, altın, işlenmiş bakır götürmüşlerdir. Kültepe'de çivi yazılı tabletler bırakmışlardır. Bu yazılı tabletlerin sayısı 20.000'i bulmaktadır, arkeologlar bu yazılı tabletlerle yazının Mezopotamya'dan Anadolu'ya geldiğini söylemektedir.
, MÖ 1550 ve 1200 arası döneme verilen ad.
egemen olmuştur. Çağın sonuna doğru Hititler yıkılmıştır.
**Asur Ticaret Kolonileri Çağı**
Asur Ticaret Kolonileri Çağı, genellikle Anadolu'daki kentlerin hemen yakınlarında,
Asurlu tüccarlar tarafından kurulan ve
karum adı verilen ticaret amaçlı yerleşmelerin Anadolu'da yaygınlaşmasıyla başlayan bir dönemdir. Bu ticari amaçlı yerleşimlerin yaygınlaşması esasen Asurlu tüccarların Anadolu'yla son derece organize bir biçimde sürdürülen ticari ilişkileri yerleştirmesinin bir göstergesidir. MÖ 1.950 – 1.750 yılları arasında yaklaşık 200 yıl süren bu dönem Anadolu'da aynı zamanda yazılı tarihin ve
Orta Tunç Çağı'nın başlangıcı olarak kabul edilir.Dönemin sona erişinin, Anadolu'da
Hitit yayılmasından kaynaklanmış olması kuvvetle muhtemel görünmektedir.
Kuşşara Kralı
Anitta,
Hattuşaş'ı 1700'lerin başlarında yakıp yıkmıştı.Kısa sürede en azından Orta Anadolu'daki krallıkları birer birer yıkarak bölgede ilk siyasi birliği kuran Kuşşara krallarının, Asur Ticaret Kolonileri Çağı'na son verdikleri kabul edilmektedir. Koloni Çağı boyunca Anadolu'ya sızan Hititler kentleri istila ederken Asur kolonilerini de ortadan kaldırmışlar, toparlanabilen Asurlu tüccarlar da ülkelerine dönmüştür. Hititler sadece yerel krallıkları yıkmakla kalmadılar aynı zamanda ticaretin serbestliğine de geniş ölçüde sınırlamalar getirdiler. Artık maden ithalat ve ihracı bağımsız tüccarlar tarafından yapılmıyor, ekonominin tüm alanlarında olduğu gibi
Hattuşaş'ın denetimi altında organize ediliyordu.
Bununla birlikte, Asurlu tüccarlar Anadolu'nun Güneydoğu, Doğu, Doğu Karadeniz ve Orta Anadolu bölgelerinde ticari koloniler kurmuşlardı. Bu bölgelerin yeraltı kaynakları hammadde ihtiyacını karşılıyordu ve bunun dışındaki bölgelere yayılma gereği duyulmamıştı. Dolayısıyla Anadolu'nun diğer bölgeleri için Asur Ticaret Kolonileri Çağı'ndan söz edilemez.
Bu çağla ilgili bilgilerimizin çok büyük bir bölümü arkeolojik kazılarda ele geçen Eski Asur lehçesinde
çivi yazısı ile yazılmış kil tabletlere dayanmaktadır. Bu tabletlerin büyük çoğunluğu "Kapadokya Tabletleri" olarak bilinen ve başta
Kültepe'de olmak üzere
Alişar ve
Boğazköy'deki kazılarında bulunmuş belgelerdir.Söz konusu tabletler esas olarak Asurlu tüccarların evlerinin bir bölümünde tuttukları kendi arşivlerinden oluşmaktadır. Dolayısıyla hemen hepsi ticari mektuplardır.
Tarihsel gelişim
Mezopotamya kültürleri, kendi çevrelerinde bulunmayan gümüş, altın, bakır,
dağ kristali,
obsidiyen,
serpantin,
diorit,
mermer ve kereste gibi hammaddeler için Mezopotamya çevresine, bu arada Anadolu'ya yönelmek durumundaydılar. Dolayısıyla Asur Ticaret Kolonileri Çağına kadar Anadolu'yla Mezopotamya arasında birkaç binyıl boyunca giderek gelişen ticari ilişkiler sürmekteydi. Örneğin Mezopotamya'nın MÖ 4000 – 3100 tarihleri arasında yer alan
Uruk Dönemi'nde, metal ve bazı hammadde gereksinimlerini Güneydoğu Anadolu, İran ve Uman gibi bölgelerden,
sömürgecilik benzeri bir sistemle sağladıkları biliniyor. Tunç Çağı'na gelindiğinde ise özellikle bakır, tunç yapımında esas hammadde olması yönünden önem kazanmıştır. İhtiyaç duyulan bir başka metal de gümüştü. Gümüş, çoğu ödemelerde ve değer belirlemede temel ölçüt olarak kullanıla gelmiştir. Mezopotamya kültürleri bu maddeleri dışarıdan sağlamak zorundaydılar. Öte yandan Tunç yapımı için Anadolu'nun da kalaya ihtiyacı vardır ve o tarihlerde Anadolu'da kalay üretilmiyordu. Kalayın Anadolu'ya Asur Krallığı'ndan getirildiği, ele geçen tabletlerden açıkça okunmaktadır. Fakat Mezopotamya'da kalay da yoktur. Asur, muhtemelen kalayı "doğudan", büyük olasılıkla
Zagros Dağları ötesinden getiriyordu.
Anadolu'da yönetici bir sınıfın mimaride kendini ortaya koyması Erken Tunç Çağı II (MÖ 2700 – 2400) döneminde görülmeye başlanmıştır. Bu dönem boyunca artı ürüne el koyan yerel beylerin elinde büyük bir satın alma gücü oluşmaya başlamıştır. Bunun da etkisiyle ticaretin yönü Mezopotamya üstüne kaymaya başladı. Mezopotamya ile sürdürülen ticari ilişkiler, daha gelişkin Mezopotamya uygarlığıyla teması sağlamıştı. Geçmişten beri kendi iç dinamikleriyle şekillenen Anadolu kültürel yapıları bu temasla çeşitlenmeye başlamıştır. Bu çeşitlenmenin belirgin etkileri, Erken Tunç Çağı III döneminde, MÖ 3. binyılın ikinci yarısında Batı Anadolu'ya kadar yayılma göstermiştir. Bu yaygınlaşmanın Mezopotamya ile Anadolu arasındaki ticaretin organize bir hale gelmesi şeklinde yorumlamak gerekmektedir.
Akad Krallığı'nın kurucusu
Sargon'la (MÖ 2334 – 2279) ilgili bir tablette bu açıkça görülmektedir. Sargon hakimiyetini Toroslar'ın güney eteklerine kadar genişletmesi bu hammadde kaynaklarına ulaşma amacını güdüyordu.Sargon'un çağı Anadolu için önemlidir çünkü Mezopotamya devletlerinin Anadolu'ya yönelik zora dayanan yayılmasının başlarını teşkil etmektedir. Bu yayılma politikasının oluşmasının gerisinde, tüccarların taleplerinin olduğunu düşünmek için nedenler vardır. Aksaray Puruşhattum'daki Asur tüccarları Sargon'a bir mektup göndererek "ticaret yollarının güvenliğini sağlamasını ve Gümüş Ülkesi"ne bir sefer düzenlemesini istemişlerdir.
Ordunun peşinden, savaş ganimetlerini ya da yağmalanan malları satın almak üzere Mezopotamyalı tüccarın da bölgeye geldiği, en azından erzak ve hayvan yemi alımlarıyla başlamak üzere yerli üretici ve daha çok da yerli tüccarla alış verişe girdiği düşünülebilir. Bu bağlamda, Asur Ticaret Kolonilerinin baş aktörü olan Asurlu tüccarların Anadolu'da organize bir ticaret kurmalarının temellerinin bu dönemde atılmış olabileceği ileri sürülmektedir. Sonraki yüzyıllarda,
III. Ur Hanedanı ardından Asur bölgede güçlü bir devlet olarak gelişme göstermişti. Kral
İluşuma ve halefi
Erişum (MÖ 1906-1867) Asur'un dışarıyla ticaretini canlandırmışlardı. Ancak Asur, Anadolu'ya Akadlar gibi zora dayanan bir yayılmayla girmedi. Sistemli bir şekilde ve en önemlisi savaşmadan, ticari ilişkiler yoluyla hammadde gereksinimlerini karşılama yoluna gittiler.
Ticari organizasyon
Anadolu'daki birçok büyük yerleşimle Asur ülkesi arasında ticaret yapılmakla birlikte Anadolu'daki ana ticari merkezi
Kaniş'ti. Asur'la ticaret yapan merkezlerin hemen kent dışında "
karum" adıyla bilinen pazarlar ve yerleşimler bulunurdu. Ticaret yolları üzerinde ayrıca konaklama birimleri, karumlara oranla daha küçük çaptaki ticari merkezler bulunur ve bunlara "
vabartum" adı verilirdi. "Asur Kent Meclisi'nin atadığı, Asur Kentinin Temsilcisi" anlamında "
šipru ša alim.ki" olarak adlandırılan bir elçi sürekli olarak Kaniş'te bulunurdu. Bu elçi Asur'la Anadolu'daki devletlerarasındaki diplomatik ilişkileri sürdürmekle görevlidir. Dolayısıyla Anadolu'daki en yüksek otoriteye sahip Asurlu bu elçilerdir.Asurlu bir diğer görevli ise
Šaqil-datim olarak adlandırılan memurlardı. Bu memurlar Kaniş Karum'un elçisiydi ve
šadduatum adı verilen vergiyi toplardı.
Anadolu'yla ticaret yapacak tüccarlar, kayıt yaptırıp ticari organizasyona katılır, belirlenen ödenekleri ve vergileri öderlerdi. Anadolu'da ise yerel siyasi otoriteyle Asurlu tüccarın karşılıklı yükümlülükleri,
Kültepe'de ele geçen çeşitli
çiviyazısı tabletlerde görülmektedir. Yerel otoritenin sağladığı güvenliğe ve karumlarda ikamet etme hakkına karşılık tüccarlar vergi ödeyecekler ve vergisiz (kaçak) işlem yapmayacaklardır. Öte yandan bazı lüks malların ticareti yasaklanmıştır. Asurlu tüccar ise kendi hukuk sistemlerine göre yargılanma hakkına sahiptir.
Ticaret esas olarak Anadolu'dan altın, gümüş, bakır, tahıl ve yün alımına, Mezotopanya'dan kalay,dokuma, süs eşyaları ve bazı kokular getirilmesine dayanmaktadır. Taşıma ise eşek kervanlarıyla yapılmaktaydı.Tüccar, çeşitli adlarda vergiler ödemekteydi. "
Datum" adlı vergi Karumlarda, "
Şaddutum" Vabartumlarda, "
Nişhatum" ise yerel krallıklara ödenmekteydi.
Asurlu tüccarların Anadolu'da iş yapması, yerel krallıklarla Asur arasındaki antlaşmalara dayanmaktaydı. Fakat hangi mallara, ne oranda vergi uygulanacağı yerel kralların belirlediği oranlardı. Alınan bir kısım verginin bugün için oranlarını bilmek mümkün olmamaktadır. Ama bazılarının tam olarak oranlarını bilmekteyiz. Örneğin çivi yazılı tabletlerde
nishatum ya da
nisihtum olarak geçen vergi, dokuma ürünlerinde ve yünde % 5, kalayda % 2,5 veya % 3, gümüşte ise yaklaşık olarak % 4'dü. En yüksek vergi oranlarından biri 1/10 oranıyla
amutum üzerinden alınan vergidir. Diğer yandan kervandaki her kişi için sabit bir vergi, bir kafa vergisinin de alındığını söz konusu kayıtlardan anlamaktayız.
Ticaretten alınan tüm vergiler bir araya geldiğinde büyük bir mali yük oluşturuyordu. Bu durum doğal olarak kaçak mal naklini ortaya çıkarmıştır. Hatta, resmi ticaret hatları (
Harran-Şarri –Kral Yolu) dışında
Harran-Sugunnim olarak adlandırılan bir "kaçakçılık yolu" güzergahı bile vardır.Kaçakçılık, kente malı gümrük dışından sokmak, farklı güzergahlardan nakletmek ya da ticareti yasaklanan / kısıtlanan malların ticaretini yapmak şeklinde oluyordu.
Anadolu'da son çalışmalara göre kırktan fazla karum ve vabartum olduğu belirlenmiştir. Çivi yazısı tabletlerde bugüne kadar 20 karumun adı belirlenmiştir. Bunlar Abum, Buruddum, Durhumit, Eluhut, Hahhum, Hattuş, Hurrama, Kaniş, Nihriya, Buruşhattum, Şamuha, Şimala, Tawiniya, Tegarama, Timelkia, Şupululia, Urşu, Wahşuşana, Wa/uşhania ve Zalpa'dır. Yine çivi yazısı tabletlerden 24 vabartumun adı bilinmektedir.
Asurlu tüccarın karumlardaki merkez bürosuna "
bit-karim" adı verilmekteydi. Bit-karim, tüm organizasyonun düzenli işleyişinden sorumlu olduğu gibi tüm vergilerin toplandığı merkez durumundadır. Bir ticaret odası gibi çalışan kurum aynı zamanda tüccarlar arası itilafları çözmede bir hakem gibi işlev üstlenmektedir. Diğer yandan kayıt, depolama ve emanete bırakma işlemleri de bu bürolarda yapılmaktaydı. Tüccarların karumlarda ya da vabartumlarda karşılaştıkları hukuki anlaşmazlıklar "şehrin Babaları" denilen bir meclisçe, bazen de "Beştebir" denilen bir heyette karara bağlanırdı. Ancak buralarda sonuç elde edilemezse son karar Asur kentinde verilirdi.
Asıl sermayedar, yani tüccar Asur'daydı. Anadolu'da ise onlara bağlı, bir bakıma temsilci olan adamları iş yapardı. Bazı temsilciler sermayedarın ortağı da olabiliyordu. Ticaret işindeki diğer grup da kervan sahiplerdir. Kuşkusuz temsilciler de, kervan sahipleri de kısmen kendi hesaplarına ticaret yapmaktaydılar. Gerek Asurlu, gerekse Anadolulu tüccarlar arasında kadınların olduğunu biliyoruz. Anadolulu kadın tüccarların genellikle köle ticareti yaptıkları belgelerden anlaşılmaktadır. Diğer yandan Kaniş'te Asurlu tüccarların dışında başka kentlerden tüccarların olduğu da biliniyor.
Yolculuğun tehlikeli, zahmetli ve uzun, dolayısıyla sermaye devir hızının düşük olmasına bağlı olarak kar oranları % 100-200 oranlarına ulaşmaktadır. Bu sadece kardır. Masraflar, kayıplar ve vergiler de hesaba katıldığında alış fiyatlarıyla satış fiyatları arasındaki fark çok daha yüksektir. Sonuç olarak ticaret son derece karlıydı ve tüccarların elinde büyük bir servet birikiyordu.
Sosyal organizasyon
Karum ve Vabartum'larda Asurlu tüccarlar yerel halkla birlikte yaşarlardı. Kazılarda ortaya çıkarılan Asur tüccar evlerinde üzerinde Kaniş Kralı
Anitta'nın adı kazılı tunç hançer, Hitit dilinde adı
Kubaba olan
bereket tanrıçası'na ait fildişi, fayans, kurşun ve pişmiş toprak heykelcikler ele geçmiştir. Tüm bu buluntular Asurlu tüccar ile yerel haklın en azından kültürel olarak kaynaştığını gösteren kanıtlar olmanın yanında erken Hitit sanatının doğuşu ifadesini işaret etmektedirler. Gerçekten de bu dönemin sanat üslubu, Erken Tunç Çağı'ndan gelen Hatti sanat üslubuyla Mezopotamya etkilerinin ve Hitit estetik yaklaşımlarının bir sentezi olarak ortaya çıkmaktadır. Bu sanat üslubu özellikle, Kültepe, Alişar, Acemhöyük ve Boğazköy kazılarında ele geçen mühür işlemelerinde kendini göstermektedir. Bu mühürler üzerindeki işlemelerde Anadolu estetik anlayışı o denli belirgindir ki, Anadolu Grubu olarak tanımlanmasına neden olmuştur.
Ana ticaret yolları
Her ne kadar çivi yazısı tabletlerden Anadolu'da kaç karum ve vabartum olduğunu biliyorsak da bunların çoğunun yerleri bugün için bilinmemektedir. Dolayısıyla ticaret yolunu kesin olarak belirleme olanağımız yoktur. Yine de belgelerden derlenen bazı ipuçları kabaca bir güzergah çizmeye olanak vermektedir. Buna göre üç ticaret hattı vardır ve üçü de Asur'dan çıkıp Kaniş Karum'a ulaşmaktadır. Ticaret hatlarından biri Asur'dan Dicle kıyısını izleyerek
Diyarbakır –
Malatya –
Darende –
Gürün –
Pınarbaşı üzerinden geçen hattır. Diğer ticaret hattı Asur'dan yine Dicle kıyısı boyunca
Cezire –
Harran –
Şanlıurfa –
Birecik –
Gaziantep –
Adana –
Gülek Boğazı hattıdır. Üçüncü ticaret hattı ise Gaziantep'e kadar aynı güzergahı izler, buradan kuzeye çark ederek
Pazarcık -
Kahramanmaraş -
Kussuk Beli -
Elbistan -
Sarız -
Kuruçay Beli -
Pazarviran yoluyla,
Erciyes Dağı kuzeyinden Kaniş'e ulaşır.
Asur tabletlerinde özellikle şarap gibi işlenmiş ürünler için belirli üretim merkezlerinden söz edilmektedir. Bu üretim merkezlerinden birkaçı Tegarama ve Zalpa'dır. Her iki yerleşimin yeri bugün için tam olarak bilinmese de Tegarama'nın günümüz
Gürün'ü olabileceği, Zalpa'nın ise
Tilmen Höyük olabileceği ileri sürülmektedir. Her durumda iki şehrin de Güneydoğu Anadolu'da aranması gerektiği, ortak kanıdır.
Anadolu'daki etkileri
Asur Ticaret Kolonileri Çağı'nın Anadolu'daki en önemli etkisi yazının Anadolu'ya gelişi ve kullanımının yayılmasıdır. Anadolu'ya gelip yerleşen Asurlu tüccarlar arasındaki yazışmalar, yerli tüccar arasında da kısa sürede benimsenmiş ve yazı kullanılmaya başlanmıştır. Bu nedenle Asur Ticaret Kolonileri Çağı, Anadolu için yazılı tarih çağlarına geçiş olarak kabul edilmektedir.
Diğer yandan Bu çağın başlangıcı Anadolu'da Orta Tunç Çağı'nın da başlangıcı olarak kabul edilir. Çağın en belirgin özelliği, tapınak ve sarayın yer aldığı bir yukarı şehir (
akropol, içkale) ile yine surla çevrili bir aşağı şehirden oluşan kalabalık ve planlı bir kentleşmenin Anadolu'da yaygın hale gelmesidir.
Anadolu'da yaratılan diğer bir etki de kuşkusuz ekonomik yaşamda yeni dinamiklerin ortaya çıkmasıdır. Asurlu tüccarların mal alımları, mevcut toplam talebe ek olarak ortaya çıkmış, toplam talebi artırmıştır. Talep artışı kaçınılmaz olarak üretim artışını teşvik etmiş, üretim artışı da gelir artışına yol açmıştır. Sonuç olarak bölge genelinde üretim ve gelir artışı gerçekleşmiştir.
Son derece organize bir ticaret yaşamı bir yandan üretimi teşvik ederken diğer yandan da yeni gelir akımları oluşturmuştur. En azından kervan yolları üzerinde her 20 – 25 km.'de bir gecelemek zorunda olan kervanlar, insanların iaşesi ve hayvan yemi ve yıpranan malzeme için (örneğin koşum takımları) alım yapmak zorundaydılar ve bu konaklama bölgelerinde satın alma gücü enjekte ediliyordu.
Diğer yandan üretim teknolojileri konusunda geliştirici bir etkisi olduğu anlaşılmaktadır. Örneğin çömlekçi çarkının bu çağda Anadolu'da yaygınlaştığını biliyoruz.
Asur Ticaret Kolonileri Çağı'nda önemli ölçüde etkilenen yerleşimlerden bazıları
Kültepe,
Acemhöyük,
Alaca Höyük,
Alişar,
İnandıktepe,
Kuşsaray Höyüğü ve
Alalah'dır.
**Hititler**
Hititler veya
Etiler[1],
Antik Çağ'da
Anadolu coğrafyasında devlet kurmuş önemli uygarlıklardan biridir. Kullandıkları dil
Hint-Avrupa ailesine dahil olmaktadır. MÖ. 2000 yıllarında
Anadolu'ya göç ederek yerli
Hatti beylikleri üzerinde hakimiyet kurdukları bilinmektedir.
Kökenleri
Hint-Avrupa dil ailesine mensup olduklarından dolayı genel kabul Avrupa kökenli bir topluluk olmalarıdır. 1930'larda
Mustafa Kemal Atatürk öncülüğünde ortaya atılan
Türk Tarih Tezi'ne göreyse bir Türk medeniyetiydi.
[2] Bilimsel çevrelerde ise Türk Tarih Tezi, romantik ve milliyetçi yönlerinin olduğu savlarıyla eleştirilmiştir.
[3] Bunun dışında, Türkiye Türklerinin kökeninin Orta Asya'ya dayandığı bilgisine karşın, son yapılan genetik araştırmalar Anadolu Türklerinin büyük bir kısmının köklerinin Orta Asya'ya dayanmadığını göstermektedir. Bu da bugün Türkiye Türklerinin, Hititler gibi Anadolu medeniyetlerini sahiplenmesine önayak olmuştur.
[4][5] Tarihçi ve araştırmacı
Sinan Meydan, Batının 19. yüzyıldaki kazı çalışmalarından sonra Hititler gibi medeniyetleri Avrupa kökenli kabul edip sahiplendiğini ve Hititlerin Türk olduğu tezinin Batı merkezli tarihe karşı bir başkaldırış olduğunu belirtmiştir..
[6] Tarihçi
Doç. Dr. Tufan Gündüz ise Hititlerin Türklerle alakası olmadığını ve buharlaşmış bir kavim olduğunu söylemiştir.
[7]Fakat daha sonraları Hititlrin Batı Kafkas halkları olan Çerkeslerle bir ilişkisi olduğu hakkında araştırmalar yapılmıştır. Hititçe ve Çerkesçe birbirine dil yapısı ve kelimeler açısından çok benziyordu.
Tarihçe
Anadolu Yarımadası'nın bugün için bilinen en eski adı
Hattuşaş Ülkesi idi ve bu topraklar 1500 yıl boyunca
Hatti Ülkesi olarak bilindi.
[8] Bu ad o kadar yerleşmişti ki Anadolu'yu istila eden
Hititler bile yeni yurtlarından söz ederken
Hatti Ülkesi deyimini kullanmışlardır. Oysa sonradan yine tabletlerden öğrenildiğine göre, söz konusu Hind-Avrupalı halk kendini
Nesice konuşan Nesililer olarak anıyordu.
[9] Ancak
Hitit biçimindeki adlandırma, Eskiçağ tarihi çevrelerinde yayıldığı için onu değiştirmek güç olurdu. Zaten
filologlar söz konusu Hind-Avrupalı kavim için
Hatti sözcüğünü olduğu gibi almayıp, onun
Ahd-i Atik'de zikredilen "Heth" ve "Hittim" şeklinden esinlenerek
Almanca Die Hethiter,
İngilizce The Hittites,
Fransızca Les Hittites ve
İtalyanca Gli Ittiti deyimlerini üretmişlerdir. Türkçede ise önceleri Eti sözcüğü kullanıldı, şimdi ise Hitit deyimi yerleşmiştir
[10].
Anadolu'ya geliş yönleri arasında,
Kafkasya üzerinden,
Çanakkale Boğazı'ndan ya da
Karadeniz'den olmalıdır. En genel kabul gören görüş, Kafkasya üzerinden Anadolu'ya indikleri yönündedir. Tarihteki ilk kralları Kuşşara kralı LeonUgur'dır. İlk yerleşim yerleri ise
Hattuşaş'dır.
Pithana'nın oğlu
Anitta zamanında başkentleri
Neşa (Kaniş-Kültepe) olmuştur. Anitta, Hitit krallığının başkenti olan Hattuşaş'ı (
Boğazköy), çok büyük hazineleri olduğunu tahmin ederek kuşatmış fakat şehirde herhangi bir şey bulamayınca kızarak şehri tamamen yakıp yıkmış ve ünlü lanetini savurmuştur: “Geceleyin yaptığım bir saldırı ile şehri aldım. Yerine yaban otu ektim. Benden sonra her kim kral olur ve Hattuşaş’ı yeniden iskan ederse gökyüzünün (Fırtına Tanrısı’nın) laneti üzerinde olsun." Daha sonra Anitta'nın soyundan gelen torunu Hattuşaş'ı bu kez Hitit krallığının başkenti yapacak ve kendisine de "Hattuşili" adını verecektir. Hattuşaş Antik Kalıntıları bugün
UNESCO'nun
Dünya Kültür Mirasları listesinde yer almaktadır. Hititler yerli halkın ekonomik ve kültürel etkilerinden etkilenerek dil ve dinlerini benimsemiş ve ırklarını
Hatti ırkının içinde eritmişlerdir.
Hititler,
Asurluların Anadolu’ dan çıkmak zorunda kalmasıyla devlet idaresini ellerine almışlardır.
Anadolu’nun yerli halkıyla kaynaşıp Hitit Devleti’ni kurmuşlardır. Bu devletin kurucusu
Labarna‘dır. Başkenti ise
Hattuşaş’ dır. (Boğazköy). Hitit tarihi MÖ 1650 - MÖ 1450
Eski Krallık Devri ve MÖ 1450 - MÖ 1200
İmparatorluk Devri olmak üzere iki safhada incelenir. Hitit Devleti'nin kuruluşundan itibaren, sanattaki
Mezopotamya'lı unsurlar kaybolarak,
Anadolu'nun yerli sanatıyla birleşmiştir. Sanatta, boyutları büyümüş anıtsal eserler ortaya çıkmıştır. Mabetler, saraylar, sosyal yapılar, kaya kabartmaları ve
orthostatlarla (bina cephelerinde alt sırada yer alan kabartmalı taşlar) önceki sanattan ayrılır. Aslında
Hattiler'e ait olmasına rağmen
Hitit Güneş Kursu olarak anılan törensel nesne, Hititlerin sembolü kabul edilir.
Hitit Siyasi Tarihi
MÖ 1800 yılları,
Anadolu tarihinin başlangıcı yerli
aglutinant dil grubuna ait
Hattiler ve Hint Avrupalı Hititler hakkında ilk bilgilerin edinildiği dönemdir. Bu çağ,
Hitit kültürünün başlangıç ve gelişme aşamalarının kaynağıdır.
M.Ö 2500-2000 yılları arasında Kuzey
Kapadokya ve
Orta Karadeniz Bölümü’nde gelişmiş kültürün temsilcisi
Hattiler’di.
Şehir devletleri tarafından yönetilen bu bölgenin müstahkem şehirleri, kral mezarları, hazineleri,
Hatti kültürünün simgeleridir.
MÖ 2000 yılları sonlarında büyük savaşlar sonucunda çıkan yangınlarla sona eren bu çağı,
Asur Ticaret Kolonileri Çağı izler. Yazılı kaynaklardan
Hititlerin,
Anadolu'ya MÖ 3. binin son yıllarında, 2. binin başında küçük gruplar halinde, girmeye başladıkları ihtimali çıkmaktadır. Hititler'in Anadolu’ya Kuzey Karadeniz üzerinden veya kuzeydoğudan,
Kafkaslar üzerinden geldikleri ve
Kızılırmak kavisinin kuzey kesimine yerleşmiş oldukları değerlendirilmektedir.
Hitit Beylikler Dönemi
Birbirini izleyen akınlarla
Orta Anadolu içlerine yayılan
Hititler, zamanla etki alanlarını genişletmişler, Hattili Prenslerin arazilerine hakim olmuşlardır. Asur Ticaret Kolonilerinin geç evresinde (MÖ 1800- MÖ 1730) Kuşşara Kralı
Pithana ve oğlu
Anitta tarih sahnesine çıktılar. Onlar
Hitit diline
Nesice adını veren Kaniş/Neşa’yi zaptedip krallığın ilk merkezi yaptılar. MÖ 1700'lerde
Kuşşara kralı Anitta,
Hatti Kralı
Pijusti’yi yenip şehrini tahrip ettiğini anlatmaktadır:
"Geceleyin yaptığım bir saldırı ile şehri aldım. Yerine yaban otu ektim. Benden sonra her kim kral olur ve Hattuş’u yeniden iskan ederse gökyüzünün (Fırtına Tanrısı’nın) laneti üzerinde olsun."
Eski Krallık
Hattuşaş MÖ 17. yüzyılın ikinci yarısında, Hitit Kralı
I. Hattuşili tarafından başkent olarak seçilir. Eski
Hitit Devleti’nin kurucusu I. Hattuşili Kızılırmak kavisi içindeki çekirdek ülkede birliği sağladıktan sonra,
Kuzey Suriye ve
Yukarı Fırat Bölgesi’nde
Hurri Ülkesine karşı yönettiği akınlarla, kendisini izleyecek Hitit Krallarına bir
Dünya devleti olma amacının işaretini veriyordu.
Murşili istilalara güneyde devam ederek ve
Suriye’deki şehir devletlerini devreden çıkartarak,
Mezopotamya ticaret yollarını kontrol altına aldı.
Halep ele geçirildi ve ordu
Babil’e kadar ilerleyerek
Hammurabi hanedanlığına son verdi. Ancak,
I. Murşili’nin
Hantili tarafından öldürülmesi bir karışıklık dönemi getirir. Hantili idareyi ele aldıysa da o da öldürüldü.
Hantili’den sonra tahta geçen
I. Zidanta ve
I. Huzziya’da Hantili ile aynı kaderi paylaşarak öldürüldüler. Bu dönemde Hitit devleti,
Torosların güneyindeki ülkeleri, Güney ve
Güneydoğu Anadolu’daki diğer bölgeleri yeniden
Mitanni Krallığı’na kaptırdı.
Telipinu tahta geçince, saraydaki kan davalarını durdurmayı başardı. Önceki kralların uzak bölgelere yaptıkları seferleri durdurarak, Anadolu’yu kendi içinde tutarlı bir idari teşkilat altına almaya çalıştı. Bu amaçla eyalet sistemini kurdu.
Telipinu fermanı olarak bilinen fermanı yayınlayarak, taht verasetini belli kurallara bağladı.
Orta Krallık
Geleneksel
Hitit tarihi çağ ayrımına göre,
Telipinu devrini Orta Krallık adı verilen dönem izler. Aynı zamanda
I. Tuthaliya Hititlerin amansız düşmanı
Kaşkalar’la da başetmek zorunda kalmıştır. Metinlerde Tuthaliya zamanında, Fırat’ın yukarı yatağında kalan bölgelere ve Kuzey Mezopotamya’da
Hurrilere karşı yapılan askeri harekatlardan söz edilmektedir. Bu başarılarla I. Tuthaliya’nın
Hatti ülkesinde krallığın gücünü yeniden sağladığı anlaşılmaktadır. Ancak I. Tuthaliya’nın hükümdarlık alanı genelde Anadolu ile sınırlı kalmıştır.
I. Şuppiluliuma tahta geçince, öncelikle Anadolu’ daki hakimiyetini sağlamlaştırmıştır. Daha sonra
Suriye ve Kuzey Mezopotamya'nın bazı bölgelerini Hitit Krallığı’na katmıştır. Kaşkalarla savaşmış, Ugarit Kralı
II. Nigmedu ile bir anlaşma yapmıştır.
Şuppiluliuma Mısır'da
Tutankhamon'un ölümünden sonra çıkan çatışmaları fırsat bilmiş,
Karkamış’ı alarak
Mitanni Krallığı'na son vermiştir.
II. Murşili’nin, Anadolu’nun kuzeyindeki ve batısındaki seferleri, Hitit çekirdek ülkesinde vebanın hüküm sürdüğü ve giderek artan
Asur etkisiyle Suriye’de huzursuzlukların yaşandığı bir döneme rastlamıştır.
Büyük Krallık Dönemi
Babası
Murşili’nin ardından fazla zorluk çekmeden tahta geçen
XXI. Muvattalli, yirmi yıldan fazla ’’Büyük Kral’’ olarak hüküm sürmüştür. O’ nun küçük kardeşi
Hattuşili, askeri birliklerin başı, saray memuru, kuzey sınırının sürekli huzursuz bölgelerinde ve
Hattuşa’da Vali olarak Hükümdara birçok alanda hizmet vermiştir. Bu dönemde
Muvattalli sarayını,
Tanrı ve atalarının heykelleri ile birlikte
Hattuşa’dan
Tarhuntaşşa’ya taşımıştır. Muvattalli zamanında Orta Suriye’deki
Amurru bölgesi nedeniyle, Hititler’in anlaşmazlığa düştüğü ülke Mısır’dı. Bu anlaşmazlık
Kadeş Savaşı’na yol açtı.(
MÖ 1280)
Günümüzde Mısır’daki
Abydos,
Luksor,
Abu Simbel’in duvarları ve Ramsesseum’un pylonlarının üzerindeki kabartmalarda, Yakındoğu’nun geçmişindeki en ünlü savaşlardan biri olan
Kadeş Savaşı’nın tasviri görülmektedir. Kabartmalara
II. Ramses’in Hitit Kralı II. Muvattalli’yi yenerek elde ettiği zaferin kutlandığı hiyeroglif metinler eşlik etmektedir. Firavun çok iyi hazırlanarak savaş alanında bizzat bulunmasına rağmen, savaşın asıl galibi Hititler olmuştur. Amurru yeniden Hitit yönetimi altına girmiş, ayrılıkçı yerel kral Benteşina ise Anadolu’ya sürülmüş, Kadeş Kalesi Hitit denetiminde kalmıştır.
Büyük Kral
II. Muvattalli öldüğünde, eski bir kurala uyulmuş ve imparatorluğun en güçlü adamı olan kardeşi Hattuşili yerine, oğlu
III. Murşili/Urhi-Teşup tahta geçmiştir. O, başkenti Tarhuntaşşa’dan, yeniden Hattuşa’ya taşımıştır. Bölgede II. Muvattalli döneminden ve Kadeş Savaşı’ndan bu yana II. Ramses hüküm sürmekteydi. Hattuşili Asur ve Babil Hükümdarları ile olduğu gibi, II. Ramses ile de hükümdarlar arasındaki olağan ilişkilerini sürdürmüştür.
I. Şuppiluliuma’dan beri süregelen savaş durumunu sona erdirmiş ve Mısır ile barış antlaşmasını imzalamıştır. Antlaşma Hattuşa’ da ortaya çıkarılan ve günümüzde İstanbul Arkeoloji Müzesinde bulunan kil tabletten anlaşılmaktadır. Akadca yazılmıştır. Ayrıca Mısır-Karnak Ramesseum’ da da Mısır hiyeroglifi ile kaleme alınmış kopyaları görülmektedir.
II. Ramses ile yapılan barış antlaşması, Hattuşili’ nin hükümdarlık döneminde ulaştığı bir zirvedir. Bu başarı kendisinin rakipleri Asur ve Babil ile Ege’deki rakibi Ahhiyava karşısındaki konumunu güçlendirmiştir.
Kurallara uygun olmaksızın tahta çıkmış olmasına rağmen,
III. Hattuşili önemli politik başarılar ve uluslararası takdir kazanmıştı; ancak Hattuşa’da tahtına çıkacak kişi ile ilgili düzenlemeyi yapmak da kendisi için önemliydi. Önceden seçilen varisten vazgeçilmiş ve yerine Prens IV. Tuthaliya seçilmişti. Tuthaliya tahta çıktıktan sonra, Tarhuntaşşa Kralı Kurunta ile antlaşma yapmış ve Tarhuntaşşa ülkesinin sınırları yeniden çizilmiştir. II. Muvattali’nin oğlu olarak hanedandan gelen Krala, imparatorluk hiyerarşisi içinde Karkamış Kralı ile aynı düzeyde yer verilmiştir.
Hitit İmparatorluğu’nun bilinen son hükümdarı
IV. Tuthaliya’nın oğlu
II. Şuppiluliuma, başgösteren yiyecek sıkıntısıyla daha da gerginleşen duruma rağmen bazı askeri başarılar elde etmiştir. Hattuşa’da bugün Güneykale olarak adlandırılan kesimdeki bir yazıtta, II. Şuppiluliuma’ nın askeri birliklerinin Orta ve Güneybatı Anadolu’da başarıyla savaştığından, Tarhuntaşşa’da da hükümdarın yeniden otorite kurduğundan söz edilir. Çivi yazılı belgeler de, Kargamış Kralı ve doğrudan Büyük Kral tarafından denetlenen Alaşiya (Kıbrıs) ülkesiyle antlaşma yapıldığı belirtilir.
Çöküş ve Geç Hitit Beylikler Dönemi
Hitit İmparatorluğu’nun
MÖ 1200'den kısa bir süre sonra yıkılma nedeni halen tam olarak anlaşılamamıştır. İmparatorluğun yıkılmasına çeşitli etkenlerin neden olduğu değerlendirilmektedir. Son büyük kralın hüküm sürdüğü dönemde, halk içinde huzursuzluklar ve Hitit aristokrasisinde giderek artan çatışmalar başgöstermiştir. Hitit Devletinin ayakta olduğu son yıllara tarihlenen yazılı kaynaklar, sefalet içinde olduğu belirtilen Anadolu’ya Suriye ve Mısır’dan büyük miktarlarda tahıl sevk edildiğini kanıtlamaktadır. Aynı zamanda Anadolu’daki huzursuzluklar ve Suriye üzerindeki Hitit etkisinin azalması da Hitit İmparatorluğu’nun yıkılmasında neden ya da sonuç olarak değerlendirilmektedir. Çöküş konusundaki bir diğer görüş de 1200 yıllarında batıdan gelen ve
Deniz Kavimleri diye adlandırılan toplulukların istilasıdır. İmparatorluk sonrası dönemde hitit kültürü, beylikler ve şehir devletleri tarafından bir süre daha devam ettirilmiştir.
Hitit İmparatorluğu’nun yapısı
Hitit Devleti, Kral ve üyeleri kraliyet ailesinden gelen kişilerden oluşan politik bir kurumdu. Yönetimin politik organı
Pankuş'tur (İmparatorluk Meclisi). Herhangi bir politik sorun olduğunda Pankuş Kral tarafından çağırılmaktaydı. Fakat Pankuş kralı bile denetleme yetkisine sahipti; yani Pankuş, kralın kararları hakkında söz sahibi bir kurul ve böylelikle de onun mutlak hakimiyetinin tek denetleyicisiydi. Pankuşlarda yönetim hakkında kararlar alınıp oy birliğine sunulurdu. Pankuşlar ilk olarak hititlerde yapılan bir imparatorluk meclisidir. Pankuşlarda gerekli ağır gereksiz hafif ceza verilmez. Pankuş yönetiminde (imparatorluk meclisinde) herkes eşit haklara sahip olmaksızın her insan özgürce fikirlerini dile getirebilirdi.
Yazı ve dil
Hititçe, bugüne kadar bilinen en eski Hint-Avrupa dilidir. Hitit İmparatorluğu'nda bunun dışında
Luvian ve
Pala dillerinde olduğu gibi Hititçe’yle az veyâ çok akrabâ olan başka diller de kullanılmaktaydı. Luvca'nın dinsel konularda önemi vardı
[11]. Bu dillerle berâber Hititçe, diğer Hint-Avrupa dillerinden kelime hazînesi açısından kısmen farklı olan Hint-Avrupa dillerinin Anadolu kolunu oluşturmaktaydı.
Bunun yanında farklı yazılar da kullanımdaydı. Resmî diplomatik yazışmaları ve saray arşivleri Âsur (Akad) çivi yazısıyla yazılırken kayalardaki kabartmalar ve yazıtlar için
Hiyeroglif denilen yazı kullanılırdı. Bugün, bu harflerle yazılan dilin bir Luvca lehçesi olduğu bilinmektedir.
Hurrice de önemli bir diplomatik yazışma diliydi ve bilhassa
Mittani İmparatorluğu'yla yapılan yazışmalarda kullanılırdı. Hitit çivi yazısının dili Friedrich Hrozny tarafından 1915’te çözülmüş, Hitit hiyeroglif yazısının 1940’lı yıllarda başlayan çözülmesinde ise Helmuth Theodor Bossert’in büyük katkısı olmuştur.
Hitit Dini
Hitit dîni çok tanrılı bir dindir; panteonun (tanrılar ailesi) içinde binlerce tanrı ve tanrıça vardır ve bunların pek çoğu diğer kavimlerin dinlerinden alınmıştır. Hititler’de tanrılar, tıpkı insanlar gibidir. Fiziksel şekilleri insan gibi olduğu kadar rûhen de onlarla aynı olup insanlar gibi yerler, içerler, kendilerine iyi bakıldığı sürece insanlara iyilik ederler; ancak ihmâl edildikleri zaman hemen intikam almaya, insanları en acımasız yöntemlerle cezâlandırmaya hazırdırlar. Bir Hitit metni, insanlarla tanrıları birbirleriyle kıyaslamakta ve tanrı-insan ilişkilerini bey-hizmetçi ilişkilerine benzetmektedir.
Hitit devletinin panteonu, Anadolu ve Suriye şehirlerinin çeşitli yerel panteonlarının zamanla bir araya getirilip birleştirilmesinden oluşmuştur. Hitit devletinin başlangıcından îtibâren baş tanrı, fırtına tanrısı
Teşup’tur. Kozmik dönemi (kâinâtı) sağlayan, krallığı ve ülkenin düzenini koruyan O'dur. Kral, efendisi adına ülkeyi yönetir.
Kadeş Savaşı ve Barış Antlaşması
MÖ 1274 tarihinde
II. Ramses ile
Muvattalli arasında
Kadeş önünde büyük bir
meydan savaşı yapılmış ve
Kadeş Antlaşması ile sonuçlanmıştır. Bu antlaşmaya bağlı olarak
II. Ramses savaştan önce aldığı yerleri boşaltmış, Kadeş Şehri Hititlere kalmıştır.
Kadeş Barış Antlaşması sırasında orduda çıkan bir isyanda, Muvattalli öldürülmüştür. Antlaşma, onun yerine geçen
III. Hattuşili tarafından imzalanmıştır. (
MÖ 1269) Bu antlaşma dünya tarihinde eşitlik ilkesine dayanan en eski antlaşmadır. Antlaşma çivi yazısıyla gümüş plakalar üzerine Akadca olarak yazılmıştır. Ayrıca Kralın mührünün yanında Kraliçenin (
Tavananna) mührü de vardır. Anlaşmaya Amor'un sevgilisi
II. Ramses ve kralların büyüğü
III. Hattuşili gibi övgülerle başlar. Anlaşma müttefiklik,kardeşlik ve saldırmazlık anlaşmasıdır. Anlaşmaya göre kaçakların öldürülmemesi karşılığında birbirlerine teslimine karar verilmiştir. Anlaşmayı körükleyen ise Asur tehlikesinin gelişmesidir. Bu antlaşmanın gümüş levhalara kazınmış olan asıl metinleri kayıptır.
Mısır’da tapınakların duvarlarına kazınan antlaşmanın bir nüshası da,
Boğazköy (Boğazkale) kazılarında kil tablet olarak bulunmuş olup
İstanbul Arkeoloji Müzesinde sergilenmektedir.
Kadeş antlaşmasının
Hattuşaş’da bulunan çivi yazılı tabletinin büyütülmüş kopyası New York’ta
Birleşmiş Milletler Binasında asılıdır.
Yönetim Merkezi
Başkentleri:
Anadolu'da ilk kez organize devlet kuran Hititlerin başkenti olan
Boğazköy (Hattuşaş), dağlık-engebeli bir arazi kurulmuş olup
Çorum'a uzaklığı 82 km'dir. Boğazköy'ün gerçek tarihi MÖ 1900'den az sonra başlar. Geç Hitit ve Asur belgelerinden öğrendiğimize göre Boğazköy; Hattuştu ve Pijusti adlı krallarla son bulan bir hanedanlığın merkezi idi. MÖ
19. ve
18. yüzyılda Hitit öncesi'deki dönemde Boğazköy'de, Hattiler ve Asurlu tüccarlar da konaklamaktaydılar. Şehirde Asurlu tüccarların ticaret yaptıkları "karum" denilen bir pazar yeri bulunmaktaydı.
Boğazköy, MÖ 1200 yıllarına kadar Hititler'in başkenti olma özelliğini korumuştur. İlk Hitit kralı olarak
Hattuşaş’lı anlamına gelen
Hattuşili'yi görüyoruz.
Kentin asıl merkezini büyük kale teşkil eder. Büyük kalenin kuzeybatı yamacında Hitit İmparatorluk dönemine ait özel evler ile Büyük Mabed'in yer aldığı "aşağı şehir" bulunmaktadır. Şehrin güney kısmını teşkil eden "yukarı şehir";
MÖ 13. yüzyıl kralları tarafından yapılmış sandık şeklindeki surlarla çevrilmiştir. Bu surda Kral Kapısı, Potern, Sfenskli Kapı, Aslanlı Kapı yer almaktadır. Yukarı şehir içinde Yenice kale ve Sarıkale tahkim edilmiş olarak yapılmıştır.
Hitit Krallığı; MÖ 1200'deki Deniz Kavmi Göçleri sonunda Trak asıllı kavimlerin baskıları sonucu yıkılmış olup, dolayısıyla Boğazköy de başkent olma özelliğini kaybetmiştir.
MÖ 750 yılında
Friglerin yerleşimine sahne olmuştur. Hellenistik çağda ise Boğazköy; büyükçe bir yerleşim alanı olamaktan öte gidememiştir. Bizans çağında da iskan edildikten sonra Boğazköy’e
18. yüzyılda bugünkü sakinleri yerleşmiştir.
Antik Hattuşa harabeleri ile Yazılıkaya Açık Hava Mabedi birer açık hava müzesi olarak önem taşımakta olup, ayrıca; Milli Park projesi kapsamına alınmış ve Dünya Kültür Mirası listesine dahil edilmiştir.
Hitit kralları
- Pithana - MÖ 18 ya da 17'nci yüzyıl.
- Anitta—Pithana'nın oğlu—MÖ 18 yüzyıl (en fazla)
- Labarna—Bilinen ilk Hitit kralı—MÖ 1680-1650
- I. Hattuşili—Labarna'nın evlatlık oğlu—MÖ 1650-1620
- I. Murşili—I. Hattuşili'nin büyük oğlu veya torunu—MÖ 1620-1590
- Hantili—I. Murşili'nin kayınbiraderi—MÖ 1590-1560
- I. Zidanta—Hantili'nin damadı—MÖ 1560-1550
- Ammuna—Zidanta'nın oğlu—MÖ 1550-1530