En Son İzlediğiniz Film? 🎞

  • Konuyu başlatan Konuyu başlatan şirin
  • Başlangıç tarihi Başlangıç tarihi
.
.
.
7/10

......................
.
.
.
8/10

Bunu yapmayı özledim de, bu aralar film izleyemiyorum bile.
 
Reactions: bazinga

Carnage (2011)

İnsanın içindeki vahşiliği ortaya döken ve pek çok konuda günümüz insanını eleştiren bir yapım olmuş.

Tek mekanda geçmesine karşın sürükleyici bir anlatımı var. Süresinin kısa tutulması da isabetli olmuş. Fakat son perdesini çok sevemedim. Bir de sık sık tam gidecekken geri dönme olayının gerçekçi gelmeyişi filmin akıcılığına zarar verdi.

Oyuncu kadrosundaki dört isim de çok iyiydi. Jodie Foster'ı izlediğim en güncel film oldu. Bu filmden sonra yönetmenliğe yönelip oyunculuğu büyük ölçüde bırakması üzücü. Parlak dönemlerini kaçırmış olduk.

6/10

--------------



Margin Call (2011)

Sanırım 2010'larda en iyi senaryo Oscar'ına aday olan filmlerden izlemediğim tek filmdi. Sürekli karşıma çıkmasına karşın sıkıcı olacağı ön yargısıyla hep erteliyordum. Nihayet izleme vakti geldi.

Düşündüğüm gibi korkunç bir film değilmiş. 2008 krizinden hemen önce batmak üzere bir şirketin 24 saatini anlatan çarpıcı bir film olmuş. Konunun çok detaylarına girilmemiş. Yani filmde olup biteni çok anlayamadım. Eminim işin profesyonellerine ise çok basit geçiştirilmiş gelmiştir. Çünkü filmde tek bir grafik dahi görmüyoruz. Yönetmen / senarist J.C. Chandor izleyiciyi teknik detaylarla boğmak istememiş.

Konu orijinal ama filmi asıl taşıyan oyunculuklar olmuş. Başta Kevin Spacey olmak üzere herkes işini iyi yapmış. Hikayenin tanıdık yüzler üzerine inşa edilmesi de en azından karakterlerle bağ kurmamızı kolaylaştırmış. Köprü hesabı gibi güzel sahneleri olsa da bende çok derin etkiler bırakan bir film olmadı.

6.5/10
 
Reactions: Tolstoyevski

Our Little Sister (2015)

Ne kadar tatlı bir kızdı, ne kadar sıcak bir filmdi öyle.


Birlikte yaşayan üç kız kardeşin babalarının ölümünün ardından yanlarına ilk kez gördükleri küçük üvey kardeşlerini almalarını anlatıyor film. Aslında yönetmenin daha önce izlemiş olduğum iki filmi "Like Father, Like Son" ve "Shoplifters" ile benzerlik gösteriyor. Benzerliği ise aile kavramının farklı koşullarda düştüğü durumları göz önüne sermesi. Burada daha çok evlilik dışı ilişki sonucu bozulan aileler mercek altına alınmış. Genelde böyle durumlarda kötü gözle bakılan üvey kardeşin de çok sevilebileceğini, onların aslında hiçbir suçu olmadığını iyi anlatmış.

Koreeda'nın geçenlerde etkinlik çerçevesinde izlediğimiz "Like Father, Like Son"da konuyu çok beğenmeme rağmen yeterince duygu verememesinden yakınmıştım. Burada ise tam tersi bir durum mevcut. Yönetmen duyguyu inanılmaz iyi vermiş fakat konu çok çok güçlü değil. Daha doğrusu olay örgüsü zayıf. Sıradan izleyici "nasıl bir film bu hiçbir şey olmuyor" diyebilir. Bir gün bu iki faktörü birleştirebilirse gerçek başyapıtını ortaya koyacaktır. Altın Palmiye kazandığı Shoplifters üç filmi arasındaki en zayıfı bence bu arada.
Bir de filmin büyük şanssızlığı Coen kardeşlerin jüri olduğu yıla denk gelmiş olması, Coenlere olabilecek en uzak filmlerden olmuş. Başka yılda ödül alabilirdi.


7.5/10

------------------------




Elena (2011)

Nuri Bilge Ceylan'a yakın tarzıyla bilinen Rus yönetmen Andrey Zvyagintsev'in izlediğim üçüncü filmi oldu. Yönetmen her zamanki gibi insanlığa dair oldukça karamsar bir portre çizmiş. Önceki iki filminden birini hiç sevmemiş diğerini de ortalama bulmuştum. İlk kez bir filmini çok sevdim.

Yönetmenin filmleri zor, çünkü sevilebilir karakterler barındırmıyor içerisinde. Filmdeki tüm karakterler iyi yönleri olmakla birlikte iyi olarak nitelendiremeyeceğimiz karakterler.

Filme Elena karakterinin hayatından başlıyoruz. Elena cefakar eş görünümünde, eşi Vladimir ise varlıklı bir adam. Evin hakimi olduğu belli. Bu ikilinin önceki evliliklerinden birer çocukları var. Elena'nın oğlu iki çocuk sahibi hayırsız bir adam. İşsiz güçsüz, göbek kaşıyıp evde karısına emirler veren bir adam... Vladimir'in kızı ise babasından kopuk bir hayat yaşayan biri. Bazı kötü alışkanlıkları da var... Öte yandan Elena'nın torununun üniversiteye devam etmesi için para lazım. Torun da tıpkı babası gibi hayırsızın önde gideni bu arada. Vladimir ise bu parayı Elena'ya vermeye sıcak bakmıyor. "Kendileri çalışsınlar böyle hayırsız olmasınlar" diyor. Böyle bir ortamda hastalık sonucu miras kavgası gündeme geliyor...

Filmin yapısı gerçekten çok iyi kurulmuş. Filmin başında Elena'yı iyi kadın, Vladimir'i kötü adam olarak konumlandırıyoruz. Fakat zaman aktıkça her şey tersine dönüyor. İyi ve kötü kavramlarının bakış açısına göre nasıl değiştiğini açık şekilde görüyoruz.

Meğer Elena başından beri çok haksızmış, Vladimir ise haklı olanmış. Vladimir'in haksız olduğu konu ise mirasını nasıl paylaştıracağını açıkça paylaşması ki bu da önemli bir hayat dersi.


Elena kendi oğlunun hayırsızlığını görmezden gelip onu Vladimir'in kızının hayırsızlığı üzerinden aklamaya çalışıyor. Yalnız Vladimir'in kızını ben o kadar da hayırsız biri olarak görmedim. Daha çok toplum standartlarının dışında bir yaşamı tercih eden genç gördüm.

Bu arada Vladimir'in kızını oynayan Elena Lyadova'nın güzelliğine hayran kaldığımı eklemeliyim.


Onlarca farklı ders çıkarılabilecek çok iyi bir film olmuş. Keşke ilk 15 dakikasındaki "biz sanat filmi yapıyoruz, kaldıramayacaklar çıksın" kısmı biraz daha kısa tutulsaymış. Daha çok kişiye hitap edebilirmiş.
Yönetmenin en iyi filmi ilk iki filmi deniyor. Onları da henüz izlemedim, zamanı gelecek inşallah.


8.5/10
 
Reactions: Tolstoyevski

Total Recall (1990)

Güzel başlayan bir film oldu. Hafızanın başka şeylerle değiştirilmesi konusu çarpıcıydı. Onun dışındaki bilim-kurgu unsurları da ilgi çekiciydi. "Adamlar daha Black Mirror'ı 90'ların başında işlemiş" diyecektim ki ilk 20 dakika sonrasında bir anda vasat bir aksiyon filmine dönmeye başladı.

Mars'ı mutantlarla dolu bir gezegen olarak ele almaları hoşuma gitmedi. Mutantlar da o dönem yeni gelişen görsel efekt teknolojisini gösterme amaçlı yapılmış gibiydi. Tamam, 3 meme olayı yaratıcı olmuş, kabul.
Fakat onun dışında oradaki her şey beni filmden soğuttu ve bilim-kurgudan ziyade fantastik filme kayan bir şeye dönüştü film.

Schwarzenegger (bakmadan yazdım, inşallah doğrudur
) abimiz baya iyiydi. Filmin üstündeydi performansı.

Muhtemelen o dönem izlesem daha çok beğenirdim ama gel gelelim 2020'deyiz.

6/10
 
Reactions: Sherlock

The Piano (1993)

Neden bu kadar abartıldığını anlamadığım filmlerden oldu. Şimdilerde çıksa böyle baştacı edilir miydi yoksa linç mi edilirdi emin değilim. Bence ikincisini daha çok hak ediyor.


Filmin benim için en büyük, belki tek artısı Yeni Zelanda'nın ve Avustralya'nın ilk kurulduğu yıllara, oradaki yerli hayatına merak saldırması oldu. Fakat Dances with Wolves gibi o konuya yoğunlaşmamış, sadece geçiştirmiş o konuyu. Keşke daha çok oraya yoğunlaşıp daha ilgi çekici detaylar sunabilselermiş...

Filmin merkezindeki aşk hikayesini ben hiç sevemedim. Tacizi romantiklik olarak göstermiş film bana kalırsa. Harvey Keitel'ın oynadığı karakterden nefret ettim ve dolayısıyla bu aşkı çekici bulmadım. Evet çoraptan gözüken nokta kadar ten gibi orijinal ve hoş sahneler vardı ama filmi kurtarmaya yetmemiş.

Oyunculuk performanslarının çok çok iyi olduğunu ve anne-kızın aldığı Oscarları haklı bulduğumu belirtmeliyim.

6/10

------------



The Remains of the Day (1993)

İşte film budur, oyunculuk budur. Sir Anthony Hopkins'in önünde saygıyla eğilmelik bir film.

Film, Birinci Dünya Savaşı ve İkinci Dünya Savaşı arasındaki bir zaman diliminde bir İngiliz lordunun sarayında geçiyor. Stevens, görevine aşırı bağlı bir kahya. Hayatımda gördüğüm işinde en profesyonel film karakteri diyebilirim sanırım. İşini iyi yapmasının yanı sıra kendini de çok iyi geliştiren bir adam. O kadar nezaket sahibi bir adam ki artık nezaketi sinir bozucu boyutlara ulaşıyor zaman zaman. Böyle dediğime bakmayın arada kızsanız dahi büyük oranda hayranlıkla izliyorsunuz adamı.

Emma Thompson'ın oynadığı Kenton'ın saraya gelmesiyle ise işler değişmeye başlıyor. Çünkü Stevens farklı duygular besliyor içerisinde, fakat aşırı profesyonelliğinden dolayı bunları asla göstermek istemiyor...

Yani işini hayatının önüne koyan bir adamın hikayesini ele alıyor film. Arka planda da o dönemin politik ikliminden bir şeyler sunuyor, bir dönem doğru gibi gelen şeylerin yıllar sonra ne kadar yanlış duruma düşebildiğini gösteriyor.

Anthony Hopkins'in bugüne kadar izlediğim en iyi performansıydı. Stevens en sevdiğim film karakterlerinden biri oldu. Eğer daha önce Oscar kazanmamış olsa ve Tom Hanks'in müthiş Philadelphia performansıyla karşılaşma talihsizliğine düşmese Oscar'ı alabilirmiş bu rolle de. Emma Thompson da çok iyiydi.

Filmin olay yoğunluğu biraz az, sıradan olaylarla çok şey anlatıyor fakat bazı izleyiciler sıkıcı bulacaktır. Bir de kurgusunun doğrusal olmamasını gereksiz buldum, biraz kafa karıştırıcı olmuş gereksiz yere. Yine de bence çok sürükleyiciydi ve bir gün yeniden izlemek isterim.

8.5/10
 
Reactions: Tolstoyevski
Milli irade bu seçimiyle üzdü gerçekten. Seçilen filmlerin hepsinden daha iyiydi.

Seçilen filmlerin üzerine izlemek şart oldu, güncel filmler/etkinlik filmleri dışında film yorumu pek yapmıyorum ama yorum yapmaya da çalışacağım.
Milli irade üzülsün yüksek puanları görüp... (Gerçi filmleri izlemeye devam eden üç-dört kişi kaldık, kendi aramızda pişman oluruz artık.
)
 
Reactions: bazinga

Eşkıya (1996)

Türkiye'ye sinemayı sevdiren film. Türk sinema tarihindeki belki de en önemli film. İlk kez milyonlarca kişiyi sinema salonlarına koşturmuş, üstelik bunu ucuzluklarla değil gerçekten kaliteli bir sinema eseriyle başarmış.

Yıllar sonra yeniden izledim ve yine çok sevdim. Yalnız Netflix'te izlememe rağmen görüntü kalitesi maalesef epey düşüktü. Acil restorasyon gerekiyor filme, yurt dışından da izleniyor. Filmin Top 250'den çıkarak yabancı izleyiciden uzaklaşmaması için bu yapılmalı bir an önce...

Kötü adamları sevdirmeye çalışan filmleri hep sevmediğimi söylerim. Burada da aslında hemen hemen tüm karakterlerimiz kötü daha doğrusu suç işleyen kişiler, fakat özellikle Baran karakterini çok sevdiriyor. Gerçekten adamın yaşadıklarına hak veriyorsunuz ve her suçlunun kötü olmayabileceğini, bunun gerçekten doğru motivasyonları olabileceğini gösteriyor film. Kim bu filmdeki Baran'a kötü diyebilir ki?

Şener Şen gerçekten müthiş, Uğur Yücel de çok iyi. En iyi filmimiz olmasa da bizim Godfather'ımız bu film bence. Gerçekten kült sahneleri var, muhteşem yönetmenlik ve oyunculuklar. Eşsiz Fırat Türküsü. En doğal haliyle 90'lar İstanbul'u...

9/10

------



Liar Liar (1997)

The Invention of Lying sonrası beklentimin yükseldiği bir filmdi ama beklediğim kadar sevmedim. The Invention of Lying'de olay çok daha iyi işlenmiş ve daha derin bir filmdi.

Bu filmin de mesaj kaygısı vardı ama çok basitti. Filmin 5. dakikasında sonu anlaşılıyor. Liar - lawyer benzetmesi güzeldi. Avukatlık mesleğini fena gömen bir film olmuş.

Jim Carrey eşsiz bir oyuncu. Bu film onsuz 4-5 puanlık bir şey olurdu muhtemelen. Pek çok sahneyi bireysel aşmışlığı ile keyifli hale getirmiş.

6.5/10
 

Netflix'te TOP10'da görünce listeme eklemiştim, beklediğimden farklı bir iş çıktı. ''Grinin Elli Tonu'' filmi tarzındaydı, cinsellik sahneleri de haliyle fazlaydı. Michele Morrone çok başarılıydı, adam çok yakışıklı ve ekranlara aşırı yakışıyor. Anna Maria Sieklucka güzel kadın ama çok da başarılı bulamadım kendisini. Massimo'nun yanına daha farklı biri bulunabilirdi.

Filmin müzikleri genel anlamda güzeldi, çekimler de güzeldi. Klasik bir senaryo, bildiğimiz hikaye, farklı isimler ve haliyle farklı bir atmosfer. İzlenebilir. (Kitap uyarlamasıymış, Netflix'in bu yıl en çok ilgi gören filmi olmuş. Kitapların 2 ve 3.'sü de varmış. Yani yakında 2 de gelecek gibi duruyor.)

6/10
 

The Fifth Element (1997)

İzlemekte çok geç kaldığım, 90'ların önemli bilim kurgulardandı. Meğer G.O.R.A. bu filmin parodisiymiş büyük ölçüde.


Fakat film ne yazık ki G.O.R.A. gibi başarılı değil. Çünkü komedi olmamasına rağmen her tarafıyla sahtelik kokan bir dünyası var. Belki dönemi için "aa uçan arabalar ne güzel" falan dedirtmiştir ama günümüz gözüyle bakınca çok özgün bir şey de yok. Ayrıca bilgisayarları 90'lardaki tarz yapmak da büyük vizyonsuzluk olmuş.


Filmin tek ilgi çekici yanı Leeloo karakteriyle Bruce Willis arasındaki ilk ilişkiydi. Milla Jovovich ilgi çekici bir karakter yaratmış. Onun gözüktüğü yerler izlemeye değerdi ama geri kalanı yüksek bütçesine karşın ucuz bir uzay çağı hikayesiydi.

6/10

----------------




The Straight Story (1999)

Adı gibi dümdüz bir filmdi. David Lynch'in bu kadar sade bir film yaptığına inanmak zor olsa da yapmış gerçekten.

Yaşlı bir adamın hastalık haberi aldığı kardeşini ziyaretini anlatıyor film. Tek başına uzun bir yolculuk filmi aslında. Karakterimiz hakkında, onun geçmişi hakkında hiçbir şey bilmiyoruz ilk etapta. Yol boyunca azar azar ona dair bir şeyler öğreniyoruz. Fakat filmin yavaş akışı nedeniyle karakter hakkındaki bilgimizin minimum düzeyde olduğu süreç ne yazık ki biraz sıkıcı geçiyor. Zamanla filmin temposuna alışıp sevmek mümkün olsa da bir bütün olarak bana yetersiz geldi. Daha iyi olabilecekken olamamış bir film gibi geldi.

Richard Farnsworth'ün performansı müthişti. Oscar adaylığını hak etmiş. Bu filmden kısa bir süre sonra intihar etmesi üzücü... Filmde zaman zaman çok güzel replikler vardı. "Yaşlılığın en kötü yanı genç olduğunu hatırlamaktır" lafını hatırlayacağım sanırım.

6/10
 
Reactions: Tolstoyevski
Kamera (+18) / Netflix 6.7

Zeka filmi biraz tavsiye ederim.
 

Özge ve Buğra döktürmüş, çok güzel bir çift diziden de bildiğimiz üzere. Oyunculuklar zaten çok güzeldi, senaryo da güzeldi aslında, farklı tarzdan ilerlemişler. 5 yıl önce, 5 yıl sonra ikilemi ve ardından yeni bir dönemi yansıtmış. Filmin son 20-25 dakikası dram, geri kalanı romantik komedi tadında ilerliyor. Görüntüler çok güzeldi. Son yılların yerli filmlerinde yönetmenlik gerçekten çok başarılı... Filmin müzikleri de güzeldi. Genel olarak beğendiğim bir iş oldu. Klasik senaryoları bize izleten oyuncular diye boşuna demiyoruz.


7/10
 

In the House (2012)

François Ozon'un izlediğim ilk filmi oldu. Ön yargılı olduğum bir yönetmendi ve filmin çok aykırı olmasından korkuyordum. Yersiz bir korkuymuş...

Edebiyat öğretmeni ve öğrencisi arasındaki ilişkiyi konu alıyor film. Öğrenci epey yetenekli ve öğretmen için oldukça sürükleyici bir devamı yarın öyküsü yazıyor. Fakat öyküyü kendi yaşadıklarından esinlenerek yazıyor, bir hayli rahatsız edici şeyler yazıyor ve hangi kısmı doğru hangisi uydurma son ana kadar anlayamıyoruz.

Filmin içindeki edebiyat yoğunluğu hoş gerçekten ve edebiyatçılara yapılan atıflar vs hoş. Sinemacılara da atıflar var tabii. Başta usta Hitchcock ve Woody Allen'a... Oldukça sürükleyici bir anlatım tarzı da var filmin. Fakat sonunu hiç beğenemedim. Daha iyi bir yere bağlansa gözümde değeri artabilirdi. Yine de ilginç, çarpıcı bir film.

7/10

--------------------



Barbara (2012)

Doğu Almanya'da geçen, o dönemin doğal yaşantısından izler sunan film dediler geldik ama çok vasat bir film çıktı. Bu dönemden bu kadar vasat, duygusuz bir iş çıkarabilmek de bir çeşit yetenek sanırım.

Doğu Almanya'nın baskıcı rejiminde doktorluk yapan bir kadının hikayesini ele alıyor film. Kadın yabancısı olduğu yerden sevgilisiyle batıya kaçma derdinde. Fakat o sırada başka bir doktorla da tanışıyor. Kadının kaçış motivasyonunu tam yansıtamıyor film. Ne doğunun kötü yanını ne batının cazip yanını iyi anlatabiliyor. Film sona erdiğinde bile kadın hakkında çok şey bilmiyoruz aslında bütün film onu izlememize rağmen. Yan karakterler de çok etkisiz.

Başroldeki kadın oyuncu çok iyiydi ve filmi tamamlayabildiysem onun sayesinde.

4.5/10
 
Reactions: Tolstoyevski

A Better Life (2011)

2010'lardaki izlemediğim tek Oscar adayı oyunculuk performansı bu filmdeydi, bunu da aradan çıkarmış oldum.

Amerika'da kaçak yaşayan Meksikalı bir baba-oğulun bir soyguncunun peşine düşmesini konu alıyor film. Baba bir bahçıvan ve oğlunun daha iyi bir yaşam sürebilmesi için her türlü fedakarlığı yapıyor, gerçekten çok iyi bir adam. Oğlu ise babasını seviyor ama bir loser olarak görüyor. Bir çeteye girmenin kıyısında geziniyor...

Filmin ilk kısmı bana sıkıcı geldi. Çete muhabbeti fazla uzatılmış. İlk yarım saati pek sevdiğimi söyleyemem. Fakat işin içine aksiyon girdikten sonra film oldukça sürükleyici bir hal aldı. Baba-oğul macerası çok iyi işlenmiş.

Filmle Oscar'a aday olan Demian Bichir gerçekten müthişti. Karakteri sevmemizi, onun yaşadıklarını hissetmemizi sağladı. Oscar adaylığını hak etmiş. Oğlunu oynayan çocuk da aslında gayet iyiydi.

Film Amerikan rüyasının farklı bir boyutunu ele alıyor. Meksikalıların hepsinin öcü olmadığını içlerinde iyi insanların da olduğunu gösteriyor. Amerika'da binbir güçlük çekmelerine rağmen Meksika'da yaşamayı hiçbir zaman alternatif olarak görmemeleri de aslında Meksika'yı yerip Amerika'yı yüceltiyor. Fakat Amerika'yı ise insafsızlığıyla eleştiriyor.

7/10

---------------



Jane Eyre (2011)

Hem yönetmeni Cary Fukunaga hem de klasik bir sarayda geçen aşk romanı filmine neden bulaştım hiç bilmiyorum. Tamam, biliyorum aslında. Çok ünlü bir eser olduğu için ve ilgimi çeken başrolleri olduğu için şans vereyim, hakkında bilgim olsun istedim ama biraz hata etmiş olabilirim.

İzlerken içim şişti. Aynı hikayenin 25 farklı versiyonunu izledik sanırım. Umarım uzun uzun yıllar boyunca tekrar ısıtıp önümüze koymaya kalkmazlar.

4.5/10
 

John Wick (2014)

Yıllarca kayıtsız kaldıktan sonra neyin nesiymiş bu karakter diye bir göz atayım dedim. Keanu Reeves'in de katkısıyla sevilebilir, fazlasıyla karizmatik bir karakter yaratılmış. İyi bir motivasyonu da olan bir karakter. Fakat onun dışında klasik bam güm aksiyon. İzlemeyen hiçbir şey kaçırmaz.

6/10

---------



Martha Marcy May Marlene (2011)

Doğrusu tamamen Elizabeth Olsen için izlediğim, beklentimin düşük olduğu bir filmdi. Fakat beklentilerimin çok üstünde çıktı.

Psikolojik sorunlar içerisindeki karakteri müthiş yansıtmış Elizabeth Olsen. Hayır, aşırı güzel bir kadın olduğu için değil gerçekten ilk filminde muhteşem bir performans gösterdiği için bunu söylüyorum.

Tarikatların içinden çıkması ne kadar zor çukurlar olduğunu iyi anlatmış film. Fakat tarikatın içine düşme kısmı yeterince iyi açıklanamamış gibi geldi bana. Yine de güzel filmdi.

7/10
 
Reactions: Sherlock